Nisan ayının olabildiğince güzel günü pencereden ışıklarını sızdırmaya başlamıştı Dora’nın yorgun hatlarla kaplı neredeyse pamuk beyazlığında ki yüzüne. Gümüş saçları yılların yorgunluğunu hiç gizlemiyordu. Dora onları hiçbir zaman boyamamıştı. Yıllar Dora’ya acımamıştı ama Dora, saçlarına kıyamamıştı. Onları hiçbir zaman kimyasallarla buluşturmamıştı. Gözüne ulaşan güneş ışınıyla birlikte zaten hafif olan uykusundan aralandı. Hiçbir yüz kasını oynatmadan açtı gözlerini, boş boş baktı güneşi kabul eden pencereye. “Yatmadan önce keşke perdeyi çekseydim” diye düşündü bir an. Ama hayır, bunu zaten gece düşünmüştü ve bilerek çekmemişti perdeyi. Çok işi vardı bu gün, erken kalkmalıydı. On sekiz saat süren bir yolculukla Ankara’ya gelmişti dün ve oradan da dört saat bekleyerek Çanakkale’ye uçmuştu. Sydney’de ki evinden çıktıktan tam yirmi altı saat sonra Eceabat’taki bu otelde ancak uzanabilmişti yatağa.
Çocukluğu dedesinin Çanakkale hikayeleri ile geçmişti. Savaş anılarını defalarca kez anlatmasını çok severdi dedesinin. Onun için Harrie tam bir kahramandı. O cehennemden sağ çıkmış tam bir savaş kahramanı. Dedesi öldüğünde on iki yaşındaydı Dora, tam kırk beş yıl önce. Dedesi sürekli olarak Eftelya adında bir Rum hemşireden bahsederdi anılarında. Dora dedesini o çocuk aklıyla birkaç kez sıkıştırmıştı da hani Eftelya konusunda ama Harrie hiçbir zaman Eftelya hemşireden bahsederken saygısını elden bırakmamıştı. Ama Dora, ne zaman dedesi Eftelya dese, gözlerinin ışıltısında ki artmayı gözlemlemişti. İşte yıllar sonra, artık emekli olduğunda dedesi için Çanakkale’ye gelmişti. Eftelya’yı bulmaya.
Odanın telefonu çaldığında Dora duştan henüz çıkmıştı;
“alo”
“bayan Dora, lobide bir bey… Tahir Hoca sizi görmek üzere bekliyor”
“ah evet, lütfen beklemesini rica edin, hemen iniyorum”
“tabi efendim”
Tahir Hoca emekli olmuş bir tarih profesörüydü. Aslında Dora’nın kendisine ulaşması çok kolay olmuştu. 18 Mart 2015 günü deniz savaşlarının yüzüncü yıl dönümünde Dora’nın annesi Robin Çanakkale’ye babasını temsilen davet üzerine gelmişti tam seksen dört yaşında. Onun için hayli yorucu olan bu yolculuk sonrasında Tahir Hoca ile törenlerde tanışması hoş bir rastlantı olmuştu. Robin doğduğunda otuz sekiz yaşında olan babası Herrie Skinner diğer çocuklarına olduğu gibi kızına da Çanakkale’yi anlatarak Robin’i büyütmüştü. Robin’de, Tahir Hoca’ya anlatacak o kadar çok babasına ait anı vardı ki, Tahir Hoca ile Çanakkale’de kaldığı dört günün nasıl geçtiğini anlayamadı. Robin’de Tahir Hoca’dan çok fazlaca beslenmişti bu süre zarfında ve Robin ülkesine döndükten yedi ay sonra hayata gözlerini kapadığında Tahir Hoca yeni tanıştığı ama sanki hayatı boyu tanıyormuşçasına benimsediği Robin’e son görevini yapmak için Avustralya’ya gelmişti. İşte Dora ile burada tanışmıştı Tahir Hoca, Avustralya’da ki o hüzünlü cenazede.
Dora Tahir Hoca’ya Eftelya’dan bahsetmişti. Dedesinin sürekli kendisine anlattığı hemşire Eftelya. Ancak Dora çocuk olmasına rağmen Eftelya’dan sadece kendisine bahsedildiğini de anlamıştı. Annesinin Eftelya’dan haberi yoktu tıpkı büyükannesi gibi, tıpkı annesinin kardeşleri gibi, tıpkı kendi kardeşleri gibi. Sadece Dora Eftelya’nın adını duymuştu.
Tahir Hoca Dora’ya bir araştırma sözü vermişti ve çıkan sonuca göre belki de Dora’yı Çanakkale’ye davet edecekti. Böyle ayrılmışlardı iki yıl önce.
Evinin bahçesinde ki açelyaların güzelliğini izlerken çalmıştı telefonu Dora’nın. Sallanan koltuğundan yavaşça kalktı ve holde ki telefona ulaştı. Sabah güneşi evin önünde ki pergülenin izin verdiği ölçüde hole giriyor ve hoş bir aydınlık yaratıyordu. Duvarları yerden yarıya kadar ahşap, yukarısı ise çiçek desenli duvar kağıdı ile kaplı bu sıcak dede evinde doğup büyümüştü Dora. Telefonda ki Tahir Hoca’ydı;
“Dora Hanım, nasılsınız”
“teşekkür ederim Tahir Hoca”
“size iyi haberlerim var, sanırım Çanakkale’ye gelmenizi isteyeceğim”
“Tahir Hoca, yoksa… buldunuz mu Eftelya’yı?”
“bence bunları Çanakkale’de konuşalım, sizi en kısa zamanda bekliyorum”
Telefonu kapatması, uçak bileti için birkaç havayolunu araması ve bileti alması birkaç dakika sürmüştü Dora’nın. İki gün sonra Ankara’ya uçuyordu. Hemen Tahir Hoca’ya haber verdi.
Dora otel odasının kapısını kapatarak asansöre yöneldi. Tahir Hoca’nın aşağıda kendisini beklediğini bilmek, Eftelya’ya yaklaştığını bilmek O’nu fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Otelin lobisi Gelibolu Yarımadası’na yakışacak biçimde restore edilmişti. Duvarlarda asılı resimler, eski silahlar, havada çarpışan mermi figürleri, bir iki eski dürbün… Her obje o günleri çağrıştıran şekilde özenle seçilmiş ve yerleştirilmişti. Tahir Hoca çok sık geldiği bu lobide kanepeye oturmamış, duvarda ki Conkbayırı’nın resmine bakmaktaydı.
“Askerler! Karşımızdakileri mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz benim kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız.”
Evet, Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 günü askerleri ile Conkbayırı’nda süngü harbine girerken bu sözleri söyleyip ileri atılmıştı. Tahir Hoca’nın bir kez daha gözleri doldu.
Dora, Tahir Hoca’yı resme dalmış gözlerle bakarken buldu.
“Tahir Hoca”
Dora’nın sesi ile irkilen Tahir Hoca geriye döndü;
“ah! Dora Hanım”
“sizi bir daha görebileceğimi hiç düşünmemiştim…”
“o nasıl söz, ben size bir söz verdim ve araştırmamı yaptım, sonucu ile karşınızdayım. Hem… Hoş geldiniz canım öncelikle, hoş geldiniz!”
Tahir Hoca sımsıcak duygularla Dora’nın elini avuçlarının içine almıştı.
“teşekkür ederim, asıl ben çok memnunum burada olduğuma”
“şöyle geçelim mi? Biraz konuşalım, sonra sizi bir yere götüreceğim”
Tahir Hoca’nın gösterdiği berjere oturan Dora iyice meraklanmıştı. Tahir Hoca’da kanepeye oturdu ve konuşmaya başladı;
“İngiliz kuvvetleri siperlerin gerisinde kurdukları seyyar hastanelerde özellikle Fransız rahibeleri hemşire olarak kullanıyorlarmış. Ancak çok az sayıda Rum kızı da hemşirelere yardım ederek tedavi yöntemlerini öğreniyorlarmış. Bunlardan birisinin adının Eftelya olduğunu öğrendim. Kabatepe’de bulunmuş bu Eftelya. Aslında bu sıhhiye personelleri ile ilgili bir kayıt falan yok günümüze ulaşan yada ben bulamadım. Ancak bu Eftelya Hanımı bulmak hiç de zor olmadı”
“zor olmadı mı? Ama nasıl olur? Anlamadım!”
“anlatayım; Eftelya savaşın ilk anlarında İngiliz kuvvetlerinde görevli ama savaşın üçüncü ayında Türk kuvvetlerine esir düşüyor. Ancak esir olarak tutulacağı bölgeye giderken o anda yaralı olan bir askerimize yardımcı oluyor ve yaptığı müdahale ile askerimizin bacağını kesilmekten kurtarıyor”
“ilginç, tam bir sağlıkçı felsefesi”
“bence de. Bunun üzerine Eftelya, Akbaş’ta ki hastaneye götürülüyor ve savaşın sonuna dek burada görev yapıyor, ta ki Ocak 1916’ya kadar. Sonrasında İstanbul’a, oradan da Gökçeada’ya geçiyor ve ölene dek de Gökçeada’da kalıyor”
“Gökçeada mı?”
“evet, Gökçeada. Çünkü zaten Eftelya Gökçeada’lı bir Rum kızı. Zeytinliköy’de geçirmiş hayatının geri kalanını. Orada herkesim tarafından yardımseverliği ile çok sevilmiş, kabul ve saygı görmüş. Önemli nüfus sahibi olmuş”
“ah dedeciğim, neler oldu Eftelya ile?”
“bunu öğrenmeye ne dersiniz? Torunu bizi bekliyor, Gökçeada’da”
Bir saat sonra Gökçeada feribotundaydılar. Feribotun ön kısmında Dora önünde ki eşsiz maviliği seyretmekteydi yüzünü sertçe döven rüzgara aldırmadan. Dedesini düşünüyordu, yine dönmüştü o eşsiz güzellikteki saf ve temiz duygularla kaplı çocukluk yıllarına. Dedesinin ölümü sonrası annesi Robin bir mektup vermişti Dora’ya. “Bunu sakla kızım” demişti. Dora dedesinin Çanakkale’den ailesine bir mektup yazdığını ve bu mektubun o mektup olduğunu yıllar sonra öğrenecekti. Hiç açıp okumadığı, dedesinin kokusunu duymak ister gibi bazı geceler çekmecesinden çıkartıp açmadan kokladığı o mektubu açmıştı bir gün, açmıştı ve okumuştu; Devamı yarına...
Çocukluğu dedesinin Çanakkale hikayeleri ile geçmişti. Savaş anılarını defalarca kez anlatmasını çok severdi dedesinin. Onun için Harrie tam bir kahramandı. O cehennemden sağ çıkmış tam bir savaş kahramanı. Dedesi öldüğünde on iki yaşındaydı Dora, tam kırk beş yıl önce. Dedesi sürekli olarak Eftelya adında bir Rum hemşireden bahsederdi anılarında. Dora dedesini o çocuk aklıyla birkaç kez sıkıştırmıştı da hani Eftelya konusunda ama Harrie hiçbir zaman Eftelya hemşireden bahsederken saygısını elden bırakmamıştı. Ama Dora, ne zaman dedesi Eftelya dese, gözlerinin ışıltısında ki artmayı gözlemlemişti. İşte yıllar sonra, artık emekli olduğunda dedesi için Çanakkale’ye gelmişti. Eftelya’yı bulmaya.
Odanın telefonu çaldığında Dora duştan henüz çıkmıştı;
“alo”
“bayan Dora, lobide bir bey… Tahir Hoca sizi görmek üzere bekliyor”
“ah evet, lütfen beklemesini rica edin, hemen iniyorum”
“tabi efendim”
Tahir Hoca emekli olmuş bir tarih profesörüydü. Aslında Dora’nın kendisine ulaşması çok kolay olmuştu. 18 Mart 2015 günü deniz savaşlarının yüzüncü yıl dönümünde Dora’nın annesi Robin Çanakkale’ye babasını temsilen davet üzerine gelmişti tam seksen dört yaşında. Onun için hayli yorucu olan bu yolculuk sonrasında Tahir Hoca ile törenlerde tanışması hoş bir rastlantı olmuştu. Robin doğduğunda otuz sekiz yaşında olan babası Herrie Skinner diğer çocuklarına olduğu gibi kızına da Çanakkale’yi anlatarak Robin’i büyütmüştü. Robin’de, Tahir Hoca’ya anlatacak o kadar çok babasına ait anı vardı ki, Tahir Hoca ile Çanakkale’de kaldığı dört günün nasıl geçtiğini anlayamadı. Robin’de Tahir Hoca’dan çok fazlaca beslenmişti bu süre zarfında ve Robin ülkesine döndükten yedi ay sonra hayata gözlerini kapadığında Tahir Hoca yeni tanıştığı ama sanki hayatı boyu tanıyormuşçasına benimsediği Robin’e son görevini yapmak için Avustralya’ya gelmişti. İşte Dora ile burada tanışmıştı Tahir Hoca, Avustralya’da ki o hüzünlü cenazede.
Dora Tahir Hoca’ya Eftelya’dan bahsetmişti. Dedesinin sürekli kendisine anlattığı hemşire Eftelya. Ancak Dora çocuk olmasına rağmen Eftelya’dan sadece kendisine bahsedildiğini de anlamıştı. Annesinin Eftelya’dan haberi yoktu tıpkı büyükannesi gibi, tıpkı annesinin kardeşleri gibi, tıpkı kendi kardeşleri gibi. Sadece Dora Eftelya’nın adını duymuştu.
Tahir Hoca Dora’ya bir araştırma sözü vermişti ve çıkan sonuca göre belki de Dora’yı Çanakkale’ye davet edecekti. Böyle ayrılmışlardı iki yıl önce.
Evinin bahçesinde ki açelyaların güzelliğini izlerken çalmıştı telefonu Dora’nın. Sallanan koltuğundan yavaşça kalktı ve holde ki telefona ulaştı. Sabah güneşi evin önünde ki pergülenin izin verdiği ölçüde hole giriyor ve hoş bir aydınlık yaratıyordu. Duvarları yerden yarıya kadar ahşap, yukarısı ise çiçek desenli duvar kağıdı ile kaplı bu sıcak dede evinde doğup büyümüştü Dora. Telefonda ki Tahir Hoca’ydı;
“Dora Hanım, nasılsınız”
“teşekkür ederim Tahir Hoca”
“size iyi haberlerim var, sanırım Çanakkale’ye gelmenizi isteyeceğim”
“Tahir Hoca, yoksa… buldunuz mu Eftelya’yı?”
“bence bunları Çanakkale’de konuşalım, sizi en kısa zamanda bekliyorum”
Telefonu kapatması, uçak bileti için birkaç havayolunu araması ve bileti alması birkaç dakika sürmüştü Dora’nın. İki gün sonra Ankara’ya uçuyordu. Hemen Tahir Hoca’ya haber verdi.
Dora otel odasının kapısını kapatarak asansöre yöneldi. Tahir Hoca’nın aşağıda kendisini beklediğini bilmek, Eftelya’ya yaklaştığını bilmek O’nu fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Otelin lobisi Gelibolu Yarımadası’na yakışacak biçimde restore edilmişti. Duvarlarda asılı resimler, eski silahlar, havada çarpışan mermi figürleri, bir iki eski dürbün… Her obje o günleri çağrıştıran şekilde özenle seçilmiş ve yerleştirilmişti. Tahir Hoca çok sık geldiği bu lobide kanepeye oturmamış, duvarda ki Conkbayırı’nın resmine bakmaktaydı.
“Askerler! Karşımızdakileri mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz benim kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız.”
Evet, Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 günü askerleri ile Conkbayırı’nda süngü harbine girerken bu sözleri söyleyip ileri atılmıştı. Tahir Hoca’nın bir kez daha gözleri doldu.
Dora, Tahir Hoca’yı resme dalmış gözlerle bakarken buldu.
“Tahir Hoca”
Dora’nın sesi ile irkilen Tahir Hoca geriye döndü;
“ah! Dora Hanım”
“sizi bir daha görebileceğimi hiç düşünmemiştim…”
“o nasıl söz, ben size bir söz verdim ve araştırmamı yaptım, sonucu ile karşınızdayım. Hem… Hoş geldiniz canım öncelikle, hoş geldiniz!”
Tahir Hoca sımsıcak duygularla Dora’nın elini avuçlarının içine almıştı.
“teşekkür ederim, asıl ben çok memnunum burada olduğuma”
“şöyle geçelim mi? Biraz konuşalım, sonra sizi bir yere götüreceğim”
Tahir Hoca’nın gösterdiği berjere oturan Dora iyice meraklanmıştı. Tahir Hoca’da kanepeye oturdu ve konuşmaya başladı;
“İngiliz kuvvetleri siperlerin gerisinde kurdukları seyyar hastanelerde özellikle Fransız rahibeleri hemşire olarak kullanıyorlarmış. Ancak çok az sayıda Rum kızı da hemşirelere yardım ederek tedavi yöntemlerini öğreniyorlarmış. Bunlardan birisinin adının Eftelya olduğunu öğrendim. Kabatepe’de bulunmuş bu Eftelya. Aslında bu sıhhiye personelleri ile ilgili bir kayıt falan yok günümüze ulaşan yada ben bulamadım. Ancak bu Eftelya Hanımı bulmak hiç de zor olmadı”
“zor olmadı mı? Ama nasıl olur? Anlamadım!”
“anlatayım; Eftelya savaşın ilk anlarında İngiliz kuvvetlerinde görevli ama savaşın üçüncü ayında Türk kuvvetlerine esir düşüyor. Ancak esir olarak tutulacağı bölgeye giderken o anda yaralı olan bir askerimize yardımcı oluyor ve yaptığı müdahale ile askerimizin bacağını kesilmekten kurtarıyor”
“ilginç, tam bir sağlıkçı felsefesi”
“bence de. Bunun üzerine Eftelya, Akbaş’ta ki hastaneye götürülüyor ve savaşın sonuna dek burada görev yapıyor, ta ki Ocak 1916’ya kadar. Sonrasında İstanbul’a, oradan da Gökçeada’ya geçiyor ve ölene dek de Gökçeada’da kalıyor”
“Gökçeada mı?”
“evet, Gökçeada. Çünkü zaten Eftelya Gökçeada’lı bir Rum kızı. Zeytinliköy’de geçirmiş hayatının geri kalanını. Orada herkesim tarafından yardımseverliği ile çok sevilmiş, kabul ve saygı görmüş. Önemli nüfus sahibi olmuş”
“ah dedeciğim, neler oldu Eftelya ile?”
“bunu öğrenmeye ne dersiniz? Torunu bizi bekliyor, Gökçeada’da”
Bir saat sonra Gökçeada feribotundaydılar. Feribotun ön kısmında Dora önünde ki eşsiz maviliği seyretmekteydi yüzünü sertçe döven rüzgara aldırmadan. Dedesini düşünüyordu, yine dönmüştü o eşsiz güzellikteki saf ve temiz duygularla kaplı çocukluk yıllarına. Dedesinin ölümü sonrası annesi Robin bir mektup vermişti Dora’ya. “Bunu sakla kızım” demişti. Dora dedesinin Çanakkale’den ailesine bir mektup yazdığını ve bu mektubun o mektup olduğunu yıllar sonra öğrenecekti. Hiç açıp okumadığı, dedesinin kokusunu duymak ister gibi bazı geceler çekmecesinden çıkartıp açmadan kokladığı o mektubu açmıştı bir gün, açmıştı ve okumuştu; Devamı yarına...