İkincisi, kendinizi saydam bir balonun içerisinde hayal edin. Bunu her sabah uyanır uyanmaz, gözünüzün önüne getirin. Bu saydam balonun kendi aurik alanınızı çevreleyen bir koruma kalkanı olduğunu hayal edin. Az önce verdiğimiz mum örneğindeki gibi, enerji alanınız etki altında kalmayan, kendi sonsuz kaynağından beslenen bir ışık gibi olacaktır. Aydınlattığı alan daha geniş, ışığı daha keskin, imzası daha belirgin olacaktır.
Bu iki alıştırmayı günlük uyguladığınızda, ihtiyaç duyduğunuz titreşim, frekans arttırma işlemini kolaylıkla gerçekleştirebilecek, günlük hayatta negatif varlıklar, düşük ve parazit enerjilerden etkilenmeyecek, meditasyonlarda daha derin boyutlara dalabileceksiniz. Unutmayın, karanlığı aydınlatan ışıktır…”
Karanlığı aydınlatan ışıktır. İşte kafasına oturan cümle buydu toplantıda. Şimdi de loş odayı spot lamba aydınlatıyordu.
Aslında din olgusu kafasında çoktan yok olmuştu. Sonsuz güce, Yaratan’a inanıyordu ve bu inancını o din tacirlerinin para kazanmak için koyduğu kurallara göre yaşamak hiç de doğru gelmiyordu. Bu yüzden artık bir dini inancı olmamasına rağmen Yaratan’a olan bağlılığı eskisinden daha güçlü olarak ortaya çıkmıştı. Meditasyon da yapmaya başlamış, kendisini vücuduna hizmet ederken bulmuş ve özellikle frekans titreşimini yükseltmek amacıyla bu tür toplantıları kaçırmamaya başlamıştı.
“bitti” dedi Dilek bir taraftan Göktürkçe yazıyı silerken. “bence güzel oldu, iyi bir seçim”
Koluna baktı düşüncelerinden sıyrılıp. Beğenmişti yeni dövmesini.
“evet, hakikaten güzel oldu, kızım için büyük sürpriz olacak”
Toplantıda konuşmacı olan Eda Hanım ile bu gün için bir randevu ayarlamıştı. Onunla buluşmak maksadıyla ayrıldı Dilek’in yanından. Dövmesi küçük olduğu için sadece vazelin sürmüştü Dilek, kaplamamıştı üzerini streç ile.
Eda Hanım İstanbul’da yaşayan bir yaşam koçuydu ama anladığı kadarıyla frekans titreşimlerini kontrol edebilen ya da nasıl kullanabileceğini bilen birisiydi. Toplantıdan sonra yanına giderek konuşmasından çok etkilendiğini söylemişti. Meditasyon yaptığını ve yaşadığı şehirde bu konuları konuşabileceği kimse olmadığı için aslında sadece internetten beslenebildiğini de sözlerine eklemiş ve biraz sohbet etmek istemişti. Eda Hanım da bir gün daha kentte kalacağını ve yarın öğleden sonra görüşebileceklerini söylemişti. Kısa sayılamayacak kadar uzun, ince yapılı esmer bir kadındı Eda Hanım. Koyu lacivert üzerine seyrekçe serpiştirilmiş yeşil yaprakları olan uzunca bir elbise giymişti. Başında ki topuzun iriliğinden gür ve uzun saçları olduğu anlaşılan Eda Hanım her hareketi ile zarafeti adeta yeniden yaratıyordu. Eda Hanımın yanına gidip de konuşana dek hiç aklına getirmediği bir uçurumun kenarında hissetmişti kendini. Karısından ayrılalı beş yıl olmuştu ve ilk kez karşısında ki kadının ellerine bakıyordu yüzük var mı diye. Mütemadiyen yaptığı bu hareketten kendisi de rahatsız olmuş ve utanmıştı, hatta konuşurken bir taraftan da aklının takıldığı bu hareketi sebebiyle yanlış cümle kurmuş ve komik duruma düşmüştü ama tam bir hanımefendiydi Eda Hanım. Hemen durumu düzeltmiş ve karşısında nezaketin tüm kurallarına uymaya çalışarak konuşma azmi gösteren beyefendiye durum karşısında acz içine girme fırsatı vermemişti.
Eda Hanım kararlaştırdıkları kafeye vaktinden önce gelmiş ve oturmuştu bile. O’nu görünce bir kez daha kalbinin göğüs kafesi içinde zor durduğunu hissetti. Yıllardır hissetmediği duygular bedenini uzun bir aradan sonra büyük bir güçle sarmıştı ve bu durum O’nda tedirginlik hatta biraz da korku yaratmıştı. Eda Hanım bu gün çok daha alımlıydı. Kırmızı bir bluz ve beyaz bir pantolon vardı üzerinde. Beyaz bir floopy şapka ile müthiş saçlarını kapamıştı. Önüne açtığı kitabı okumaktaydı.
“Eda Hanım, beklettiğim için özür dilerim, kusuruma bakmayın”
Kitabın ayracını okuduğu sayfaya yavaşça bırakan Eda Hanım kendisine uzatılan eli nazikçe sıktı.
“lütfen, özür dilemeyin, ben erken geldim, vaktim kaldı sizle buluşmadan önce ve bu vakti kitap okuyarak geçirmek istedim. Hem gerçekten özür dilemeyin. Özür dilemek, küçücük konularda özür dilemek kök inancınızda ki silinmemiş yanlış temellerden geliyor. Bu konuda çalışma yapmalısınız, eğer gerçekten frekans titreşimlerinizi yükseltmek istiyorsanız tabi”
Eda Hanım konuşurken O’da oturmuştu Eda Hanımın karşısına.
“Elbette ama nasıl yapacağım, yani kök inanç dediniz değil mi? Kök çakra ile bir ilgisi olsa gerek”
“İlahi, tabi ki ilgili, ilgisiz olur mu hiç, ancak basit bir yöntem ile arınabilirsiniz bu tür sizi hayat karşısında engelleyen bozuk temel inançlardan”
Gözleri Eda Hanımın kapattığı kitaba kaydı. Esir Şehrin İnsanları.
“Kemal Tahir okuyorsunuz, ne hoş, ikinci ve hatta üçüncü cildi de okumalısınız. Bir vakit TRT dizisini de çekmişti ama bilirisiniz işte, senaryolaşırken romanlar biraz uzaklaşıyorlar konudan. Ama yine de iyidir, neresindesiniz, Kamil Bey hapse girdi mi?”
“evet, çok üzüldüm ama kısa sürede hapisten çıkıp Anadolu’ya geçecek değil mi?”
“ yo yo, bunu söyleyemem, okuyunuz lütfen, beğeneceksiniz, Kemal Tahir bu, öyle kolay bir kurgunun sizi beklediğini düşünmeyin lütfen”
“haklısınız, ben kahve söylemiştim, siz ne arzu edersiniz?”
“kahve iyi bir tercih”
Bu sırada garson Eda Hanımın filtre kahvesini bırakmaktaydı yuvarlak cam masaya. Eda Hanım gözleri ile takip etmekteydi garsonu ve tabi ki O da Eda Hanımı süzmekteydi. “Her hareketi ile tam bir dişi” diye düşündü. Hafif makyajı, şapkası, yakası olması gerektiği kadar açık bırakılmış bluzu ile aklını bir kez daha başından almıştı. Parmaklarında yine yüzük yoktu, buğday teni ile yakmıştı yüreğini bir kez daha. Frekansının yükseldiğini hissetti. Oysa ki günlük yaptığı on dakikalık meditasyon ile bunu başaramamıştı bu güne dek. Nefesini hissetmesi bile meditasyon esnasında bir hayli zaman almaktaydı ama şimdi, sanki bir başka alemdeydi, ”şu anda astral seyahat bile deneyebilirim” diye düşündü.
“aslında şu anda sizinle bu randevuda olmamam gerekiyor, biliyorsunuz değil mi? Yani bu benim için bir anlamda iş. Ben hayatımı sahip olduğum bilgileri paylaşarak kazanıyorum…”
Hemen elini pantolonunun arka cebinde ki cüzdanına atmak istedi ve;
“ben bu konuda üzerime düşeni yapmaya hazırım…”
“lütfen, açıklamama izin verin. Dün yanıma geldiğinizde, fark ettiniz değil mi, sizden başka yanıma gelen olmadı ve hatta salonda bulunanlar sözlerimden pek de memnun olmadılar ama siz geldiniz ve etkilenmiştiniz…”
“bu kent, inanın çok erken burada yaşayanlar için bu tip bilgi paylaşımları. Hepsi bağnaz, hepsi tutucu, hepsi körü körüne din bağımlısı. Adeta efsunlu gibiler, din efsunlamış onları”
“bir de, ellerime baktınız, pek acemice bir bakıştı ama baktınız ve aradığınızı bulamayınca keyiflendiniz, bunu anlamamak…”
“lütfen eda Hanım, utandırıyorsunuz beni”
“utanılacak bir şey yok. Utanma, boş yere özür dileme, güvensizlik hissetme, konuşurken gözlerini karşındakinin gözlerinden kaçırma, işte tüm bunlar olmasın diye ben il il gezerek konuşuyorum. Siz buralı değilsiniz ancak burada yaşayanları iyi biliyorsunuz çünkü onlardan sakladığınız bir gerçekle kendi dünyanızda yaşamak durumundasınız. Sizin dinden ayrıldığınızı öğrenecekler diye korkarak yaşıyorsunuz burada. Bir taraftan da kendinizi bulmak istiyorsunuz, benliğinizi arındırmak ve insanlardan alabildiğince uzaklaşmak, haksız mıyım?”
Eda Hanım bir çırpıda anlatmıştı O’na kendisini. Haksız mı, sonuna kadar haklıydı. Böyle düşündü ve;
“Eda Hanım; insan, evrende tanıdığım en vahşi yaratık. İnsan, bu dünyaya ait hissetmiyor kendisini, vücudunun yapamayacağı şeyleri yapmak istiyor. Yani, bir düşünün; uzun ve güçlü tırnaklarımız yok, çok uzakları görebilen keskin gözlerimiz ya da çok hızlı koşabileceğimiz kaslarımız da yok. Keskin dişlere de sahip değiliz, yükseklere zıplayamıyoruz, suyun altında yaşayamıyoruz ve uçamıyoruz ama hepsini yapmak istiyoruz. Tabiatta ki en güçsüz ve donanımsız cansız olmamıza rağmen çok önemli bir olguya sahibiz. Biz yaratılmışlar içerisinde en vahşi olanız. Hatta, çok ilginç ki; karnı tokken yiyecek için çalışan tek canlıyız. Yiyeceğimiz için çiftlikler kuruyoruz, hayvanlar yetiştiriyor, tarım yaparak ihtiyacımızdan fazla tarım ürünü yetiştiriyoruz. Yani biz bu evrenin yaramaz vahşi çocuklarıyız. Oysa ki hayvanlar ya da bitkiler bu durumda değiller. Hepsi yaradılış kodlarına bağlı bir hayat sürüp ölüyorlar. Bir martı düşünün, uçabileceğinden daha yükseğe gitmiyor, kartal kadar yükselmiyor, kartal da doğan kadar yükseğe çıkmıyor yada Aslan sürüsü, sürüde ki her bir aslan birer antilop yakalayabilecekken, içlerinden sadece birisi bir tek antilop yakalıyor ve hepsi karınlarını o antilop ile doyuruyorlar. Av bittiği anda antilop sürüsü rahatça otlamaya devam ediyor, biliyorlar ki aslanlar acıkana kadar rahatlar. Bu yaradılış kodu kesinlikle insan için geçerli değil. ”
“veeee”
“ve ben artık bu vahşilikten iğreniyorum. Kendimi bulmak, insanlardan uzakta huzur içerisinde yaşamak istiyorum. Para denilen modern kölelik döngüsünden sıyrılmak, arınmak istiyorum”
“ama benim parmaklarıma baktınız, bu da dünyalık bir durum değil mi?”
“evet, haklısınız ve ben dünden beri artık hiçbir şeyden emin değilim. Kafam karma karışık, karşınızda oturmuş, biraz ordan biraz burdan saçmalayıp duruyorum işte”
“haksızlık etmeyin kendinize, arınmak ve kendinizi bulmak, tekamülünü tamamlamak. Bunlar öyle kolay şeyler değil. Evet bir takım bilgiler paylaşıyorum ama bu benim tüm bunları başardığım anlamına gelmiyor. Mesela dün, siz parmaklarımı gözlerinizle yoklarken bedenim hoş bir irkilme ile beni sarstı. Aslında sık sık karşılaştığım bir durumdu parmaklarımda yüzük taraması yapılması ama hiçbir zaman böyle hissetmemiştim. Bu tamamen ruhlarımızın aynı frekansta buluşması ve birlikte titreşmelerinden kaynaklandı…”
“bunu bende hissettim, hem daha da güçlüsünü az önce, sizi burada oturur görürken hissettim”
Eda Hanımın sözlerine sevinmeli mi yoksa kendisini hedefinden uzaklaştıracak bu yeni durum karşısında üzülmeli mi diye düşünmeye başlamıştı.
“kolunuz, dövmenizi görmek isterim, gömleğinizin kolunu yukarıya sıyırabilir misiniz?”
Kot gömleğinin kısa kolunu omuz başına kadar kaldırdı yavaşça. Dövmesi ortaya çıkmıştı. Bir sünger avcısı, elini yukarıya kaldırmış ve onun üzerinde baş aşağı duran bir astronot elini o da yukarı kaldırmış ve iki el bir birlerine dokunmak üzereler.
“işte sizin gizeminiz. İnsan, doymak bilmez vahşi doğası ile insan. Denizin en dibine inen ve evrenin sonsuzluğuna yol alan insan. Müthiş bir dövme, tam da anlattıklarınız…”
“bu hissettiğimiz frekans, titreşim, ürperti, heyecan… Adı her ne ise, ben… Ben ne yapacağımı bilemiyorum, kafam çok karıştı… Ne olacak şimdi…”
Eda Hanım kendisinden emin;
“basit, siz ve ben… Etrafımıza saçtığımız enerjilerimiz artık bir arada olacaklar ama bedenlerimiz ait oldukları yerlerde bulunacaklar… Yani siz meditasyon yaparken artık neyi düşünerek frekans titreşiminizi nasıl yükseltebileceğinizi biliyorsunuz ve ben de tabi ki. Bizi buluşturan evrenin gücünü hissederek yaşayacağız artık. Dünyevi tutkulardan uzak ama aynı frekansta… Bu arada, birazdan uçağım kalkacak, o yüzden artık kalkmalıyım. Unutmayın, enerji ve titreşim.”
Eda Hanım kafeden içeriye giren kuvvetli güneş huzmeleri arasında süzülerek giderken arkasından donuk ve anlamsız gözlerle bakmaktaydı. İki gündür hissettikleri, şu bir saatlik sohbet, Eda Hanım, titreşim, frekans, aura, meditasyon…
Telefonu çalmaya başladığında kendine geldi, cebine elini götürdü yavaşça ve çıkardığı telefonun ekranına baktı, kızı arıyordu. Telefonu tuttuğu elinin yukarısında, koluna kızının Göktürkçe adı ve omuz başına toplayarak sıvadığı gömleğinin açığa çıkardığı dövmesi ile öylece telefona bakmaktaydı. Hayat bir kez daha vahşiliği içine kendisini çekmekteydi…
YAZARLAR
15 Temmuz 2019 - 10:22
Titreşim II
İkincisi, kendinizi saydam bir balonun içerisinde hayal edin
YAZARLAR
15 Temmuz 2019 - 10:22