Kahvede bulunan dört tane cam kenarı masadan en dipte, duvar kenarında olana oturmuş her gün göz attığı gazeteyi okumaktaydı Dursun. Demli çayından bir yudum alırken yanında tesbih çekerek camdan sokağı izleyen Demir’e baktı göz ucuyla. Bir hafta önce işten ayrılan Demir o günden beri sakallarını kesmediği için perişan göründü kendisine. Aslında kendisi de sakallıydı yıllardır ama bakımlı sakal ile perişanlıktan bırakılan sakal arasında çok fark vardı onun gözünde. Demir’in çaresiz hali ilk bakışta hissediliyordu tüm duruşuyla. Evde eşi, üç çocuğu ve kayınvalidesi Demir’in eline bakmaktaydı. Yeni okula başlayan kızı ve henüz beş aylık oğlu sürekli masraf kapısıydı Demir için. İşte bu durumda ki Demir, işyerinde şefi ile tartışmıştı olmayacak bir saçmalık yüzünden. Sonra da istifa ettim diye kibirlenerek çarpmıştı işyerinin kapısını, çıkmıştı dışarı. Sanki yaptığı bu hareketten sadece kendisi etkilenecekmiş gibi davranmanın ağırlığı Demir’i her işsiz geçen gün daha fazla eziyordu.
Bir süre daha gazeteye göz atan Dursun bir taraftan gazeteyi katlarken diğer taraftan Demir’in kafasını biraz dağıtmak gerek diye düşündü.
“Demir, gördün mü İran’ı? Benzemedi diğer ülkelere. Habire yağdırıyor füzeleri İsrail’e. Kalkan falan da dinlemiyor attığı füzeler İran’ın, düştüğü yeri duman ediyor.”
“Bişiy dikkatimi çekti Dursun, dün akşam haberlerde gördüm. Bu İran, amma da çok füze yapmış burnumuzun dibinde. Taaa oradan oraya savuruyor füzeleri, o füzelerde gidip vuruyor hedefleri. Büyük ülke şu İran yahu.”
Dursun çayının sonunu yudumladıktan sonra kahveci çırağına seslendi;
“Metin, bize iki çay, biri demli olsun.”
“Tamam Dursun abi”
Demir’e terslenerek baktı Dursun çayları söyledikten sonra.
“Ne büyük ülkesi, büyük ülke olmak için bağımsız olmak gerekir. Ben İran’ın görünüşteki bağımsızlığına inanmıyorum. Şah’ın devrilmesi ve molla rejiminin Humeyni yönetiminde İran’a hükmetmesi bence tamamen Amerikan kurgusuydu. Şimdi bu Amerika, kurduğu yönetimi mi yönetemiyor yani. Hiç öyle değil bence. İran bu dünyanın başına büyük felaketi getirmek için kurgulandı ve bu günlere geldi”
“Ne yani, şimdi İran galip gelmiyor mu diyorsun?”
“Neticeye bak sen diyorum. Bu iş böyle devam etmez diyorum. Amerika girer bu işin içine diyorum”
Çayları çuha kaplı masanın üzerine bırakan Metin alaylı bir gülümseme ile takıldı iki kafadara;
“İran’ı falan bırakında abiler, Osimhen Fener’e gidiyormuş. Habere bakın siz abiler habere, Fener’i kim tutar artık”
Koyu Beşiktaşlı olan Demir futbol mevzu olunca dayanamazdı.
“Fener’e Osimhen’in bütün sülalesi gitse yine fayda etmez. Artık Fener için futbol demek sadece Cimbom’u yenmek demek. Fener artık futbol takımı değil, basketbol takımıdır. Futbol artık Beşiktaş ve Galatasaray arasında oynanacak bu ülkede”
“Hop dedik Demir’im, Metin doğru söylüyor. Osimhen ile Fener direkt şampiyon olur, aha buraya da yazıyorum”
Yaladığı işaret parmağını masanın çuha kaplı zemininde kendine doğru çekti Dursun.
“Sen yine de sağa sola saçma sapan şeyler yazma Dursun’um, havanız Cimbom maçına kadar sürer. Paketlerler sizi, hoooop oldu bitti”
Çayını yudumlayan Dursun artık bu sohbetten sıkıldığını fark etti ve ortamdan uzaklaşmak istedi.
“Tamam Demir, sensin. Gidiyorum ben, biraz işim var, hadi bana eyvallah”
Yerinden kalkarken söylemişti bu sözleri. Ocağa doğru yöneldi.
“Talat aga, şurdan alıver”
Kahveci Talat Dursun’un uzattığı yüz lirayı aldı ve çekmeceyi açarak para üstü toparlamaya başladı.
“Altı çay değil mi Dursun?”
Kafasını sallayarak onayladı Dursun.
“Altı çay yirmi liradan yüz yirmi lira eder. Sen yüz lira verdin. EEE Dursun, sen vercen ya daha. Yirmi lira daha vercen”
“Çay on beş lira değil mi?”
“Yok değil, bu sabahtan itibaren yirmi lira”
Kahveci Talat bunları söylerken arkasında duran yazıyı gösterdi eliyle. Daha bu sabah asmıştı yazıyı. Çay yirmi lira, kahve elli lira. Yazıyı okuyan Dursun elini tekrar cebine attı.
“Daha artık sende çayına oyunda oynanmaz. Yancılarla beraber her okey masası çaya servet bırakır bu fiyatla”
Yirmi lira daha verdi kahveciye ve kapıya yöneldi ama televizyon birden son dakika yazısı ile yayın kesti. Meraklandı ve kahve ocağından henüz ayrılmamıştı ki durdu, televizyona dikkat kesildi. Spiker İran’dan yapılan yayın görüntüleri ile Amerika’nın İran’ı vurduğunu söylüyordu. Büyük bir nükleer tesis hedef alınmıştı ve Amerikan Hava Kuvvetlerine ait iki yüzün üzerinde savaş uçağı ile gerçekleşiyordu bu saldırı.
“Büyük ülke İran!.. İşte planladıkları noktadalar. İran’ı bile vuran bir Amerika, kime neyi yapmaz ki? Tam da istedikleri buydu işte. Büyük ülkeye de yani İran’a da diğer ülkelere yaptığını yapan bir Amerika var artık dünyanın gözünde”
Kafasının içindeki düşünceleri bu sözcüklerle şekil almıştı sessizce. Dursun için savaş artık bitmişti, Amerika işin içine girmişti ve bundan sonra Mısır’dan başlayıp Mezopotamya’ya kadar uzanan bölge için huzur ve güven ortamından bahsetmek imkansızdı.
***
Bir hafta sonra yine aynı kahvehanede oturmaktaydı Dursun. Bu kez yanında Latif vardı. Demir yeni bir işe başlamıştı ve artık onun için hayat gailesi içindeki en büyük dert sona ermişti. Latif ile sohbet ediyorlardı yaklaşık yarım saattir. İzmir yanıyordu bir taraftan. Etrafları neredeyse dört bir yandan ateş çemberi halindeydi. Seferihisar ile başlayan orman yangını Pınarbaşı’ndan geçen otobanın etrafındaki kuru otluk alanların yanmasıyla devam etmişti. Rüzgâr şiddetini artırmış ve ateşin alevlerini durdurulamaz hale getirmişti. Sığacık’a doğru ilerleyen yangını Konak’taki bir özel hastanenin yanındaki depo yangını takip etmişti. Hastalar boşaltılmış, büyük panik yaşanmıştı. Gaziemir’de de başlayan başka bir yangın bu kez toplu halde bulunan oto galerilerini vurmuştu. Onlarca araç ve dükkân yanarak küle dönmüştü birkaç saat içinde. Buca, Urla, Zeytinler derken kısa sürede Ildırı’da ateşlere teslim olmuştu. Rüzgârın da etkisiyle hızla ilerleyen alevler köye sıçramış ve evlere ulaşarak yaşamı daha da derinden etkilemişti. Germiyan boşaltılmıştı. Henüz ekipler bunlarla mücadele ederken Alaçatı’da da ateş insanoğluna karşı bir başka cephe açmıştı. Sörf okulları yanmaktaydı.
Tüm bu detayları halk sosyal medyada paylaşılan videolardan öğreniyordu. Basın gereken ilgiyi nedense göstermemişti yaşanan büyük felakete. Yangına müdahale eden ekiplere halk da destek vererek kimi yerde ateşi durdurma, kimi yerde de alanı soğutma işlemine katkı sağlamaya çalışıyorlardı. Evler yanıyor, bitki örtüsü küle dönüyor ve doğanın diğer canlıları yangınlarla yok oluyorlardı. Kimi videolar bu felaketi başımıza bilinçli bir şekilde getiren kişileri yangını çıkarmak için hazırladıkları düzenekleri ateşe verirken gösteriyorlardı. Bir de baktıkça insanın içini acıtan bazı fotoğraf kareleri vardı. Artlarında bulunan tepelerin üzerindeki alevlere rağmen denize giren, güneşlenen insan fotoğraflarıydı bunlar. Gece olduğunda eğlence mekanları faaliyetlerine devam ediyor ve müşteri de bulabiliyorlardı. Hani mahalle yanarken saçlarını tarayanlar vardır ya, işte onlar her daim varlıklarını koruduklarını burada da ispat ediyorlardı.
“Ben bu yaz orman yangınları hiç bitmeyecek diyorum, sen ne dersin?”
“Yahu Latif, hangi yaz bitti ki bu yaz bitsin bu orman yangınları. Vatan toprağı çölleşene kadar devam. Bilinç yok, matematik sıfır. Böyle bir hayat olabilir mi? Toplum eğitimsiz. Adam bunca yangın varken ormanlık alanda piknik adı altında ateş yakıp mangal yakıyor. Halbuki bu kelime aslında çok güzel bir anlatım yapıyor anlayana”
“Ne kelimesi? Ne anlatması? Piknik işte, ne anlıyorsun ki sen piknikten? Elbette gittiysen pikniğe o mangal yanacak kardeşim, ben üçü beşi bilmem”
“Yahu Latif, ne güzel dedin. Herkes senin gibi düşünüyor ve çoğu orman yangını da bu ateşlerin bilinçsizce kullanılmasından çıkıyor”
“Yahu tamam kardeşim, güzel dedim dedim ama ben çevreye zarar vermemek için gitmiyorum artık pikniğe falan. Mangalı yakmıyorum artık. Aldım bir elektrikli ızgara, evde cız bızzz. Oh mis, doğaya saygılıyım kardeşim ben”
“Bak Latif, piknik kelimesi gerçek anlamında yerine getirilse hiç sorun yok aslında. Ben bunu diyorum”
“Yahu neymiş bu pikniğin gerçek anlamı. Yani bizim bilemediğimiz ne anlamı olabilir ki? Piknik işte, gidip yeşile yayılıcaz, ayağımız toprağa değecek, etler pişecek, voleybol falan, bir de karpuz oldumu ya, ohhhh misss”
“Latif ‘çiğim, piknik demek kırda yenilen hafif yemek demek. Yani evde aperatif bir tabak hazırlayıp doğaya ve yaşam florasına zarar vermeden, ortama uyum sağlayarak zaman geçirmek demek. Doğadaki insan harici hiçbir canlı ateş yakıp yiyeceğini pişirmiyor. Bir çeşit yiyorsa, o anda yediği o tek çeşidi tüketerek doğal döngüsüne devam ediyor. Biz ise öyle miyiz? Et yapıyoruz ateşte, üzerine baharatlar atıyoruz, yanına salata yapıp çeşitli bitkileri aynı anda tüketiyoruz. Hayvansal gıdalarla besinlerimizi zenginleştiriyoruz. Ayran, tereyağı, süt, krema gibi hayvansal yarı mamuller her zaman elimizin altında hazır bulunuyor. Zeytinin, ayçiçeğinin, pamuğun, mısırın yağını tüketiyoruz ve çoğu zaman tüm bunları tek sofrada, tek öğünde birbirine katıp yiyoruz. Hele ki o köy kahvaltısı saçmalığını düşünsene, serpme kahvaltı icadını. Ne kadar büyük bir besin israfı oluyor kahvaltı bitiminde masada. Sadece menemende bile soğan, domates, yağ, biber, yumurta, karabiber, kırmızı biber, tuz olduğunu düşünürsek sekiz çeşit ürünü lüpletiyoruz mideye”
“Amma da yaptın ha Dursun. Bir an için canavar gibi hissettim kendimi. Doğayı yiyip bitirmek isteyen bir yaratılmış topluluğuz sana göre biz insanlar, öyle mi?”
“Aynen öyle Latif, aynen öyle. Gerçek hayatta, doğal yaşamda aslında bize yer yok. Toprağı kazıyoruz. İçindekilere kıymetli maden diyoruz, element diyoruz, doğal taş diyoruz. Diyoruz da diyoruz. Toprağın altını üstüne çıkartıp yer yüzünde o çıkardıklarımızı kullanıyoruz. Kimi zaman enerji olarak, kimi zaman süs eşyası olarak yer altında bulunanları kullanıyoruz. Adını da bulmuşuz kendimizce. Yeraltı kaynakları. Evet evet, böyle diyoruz bir de bunlara ve o kaynak dediklerimizi yer altından yüz üstüne çıkarmamızı böyle bir haklı sebebe dayandırıyoruz”
“Uçtun ha Dursun. İyi, petrolü çıkartmayalım, kömüre dokunmayalım, demirle hiç işimiz olmasın, çimento ile işimiz olmasın. Eeeee, ne yapacak bu insanlar, plastik yok, lastik yok, çimento yok, demir yok, ziynet eşyası zaten yok, iyi oldu olacak hayvanların yünleriniz de almayalım, tekstil de olmasın, sentetik yok ya, doğal yün de olmasın. Elde mızrak götte yaprak, yalın ayak başı kabak dolaşalım angut gibi. Bu mu yani anlattığın. Neyi savundun ben bişi anlamadım, kafamı da dağıttın”
“Dünyada biz yokken, yani insanlar yokken doğan döngüsünü koruyabiliyordu değil mi? Yani doğal yaşam insandan çok önce de vardı. Bu yıldırımlara bağlı orman yangınları da vardı doğal olarak. Nasıl sönüyordu bu yangınlar”
“Nasıl sönüyordu?”
“Doğa, kendi döngüsünü sürdürdüğü için hava olayları özellikle yağış anlamında daha fazla aksiyon halindeydi. Yani doğa kendi yangınını çıkartıp yine kendi sulama sistemiyle o yangını söndürüyordu. Benim anlatmak istediğim de bu işte. Biz insanlar doğanın bu yapısını bozduk. Tabiat dediğimiz eko sistem dünyanın birçok yerindeki çölleşme ile doğal döngüsünü sürdüremez hale geldi. Bak az önce beraber izledik videoyu. Yangının ortasında, ormanda buldular o canlı balığı itfaiye erleri.
Suyun altında yaşayan bir balık olduğunu düşün. Dışarıdan hiç haberin yok, sadece suyun üzerinde yaşayamayacağını biliyorsun doğumsal kodlanman sayesinde. Sen yüzerek ilerlerken bir anda denize giren kocaman bir şey, yani yangın helikopterinin su almak için sarkıttığı kocaman haznenin içinde buluyorsun kendini. Bir anda etraf değişiyor, basınç değişiyor, sağa sola panikle yüzüyorsun, kaçmak istiyorsun ama ne mümkün, sınırları belirli bir alandasın ve bu belirsizlikle hiç tanışmamışsın ve birden yer çekimi denilen tuhaf şey ile karşılaşarak hayatında varlığını hiç bilmediğin düşme duygusu ile yüzleşiyorsun. Serin sulardan ateşin ortasına.
Çılgınca bir yozlaşma yarattık doğada Latif, çılgınca”
Çayından bir yudum alan Latif düşünceler içerisinde Dursun’a döndü yüzünü. O ana kadar camdan bakarak konuşmuştu ama şimdi Dursun’a dönmüştü.
“Seninle ne zaman konuşsam insan olmaktan utanıyorum. Böyle giderse seninle sohbet etmeyeceğim. Beni beslemiyorsun, köreleceğim biraz daha konuşursak”
Yerinden kalktı ve kapıdan çıkıp gitti.
Oysa ki her ikisi de kıraathanede sohbet ediyorlardı. Yani kelime anlamı okuma evi olan yerdeydiler. Kıraat, yani okuma demek olan bir yerdi burası. Kıraathane, okuma evi yani. Dursun çok okurdu. Gazete, dergi, kitap eline geçen her şeyi okurdu bu okuma evinde. Ne garip diye düşündü, bulunduğu ortamı tam manası ile yaşaması kendisine hep olumsuz yansımıştı çünkü herkes burada her zaman çay içip zaman öldürüyordu. Sonuçta Dursun bir kez daha farkındalığını dışa vurduğu için yalnız kalmıştı.