Savaş Muhabiri olunur da anılar olmaz mı? Gazeteci- savaş muhabiri Hakan Kumuk, röportajın ikinci bölümünde onu derinden etkileyen, ödüller almasını sağlayan haberlerini ve olayların iç yüzünü bu bölümde siz okuyucularımız için anlattı. Kumuk’un meslek hikayelerini soluksuz okuyacaksınız…
6 Eylül 1986’da Neve Şalom Sinagog’u patlatıldığı zaman siz de oradaydınız ve o anları ilk fotoğraflayan sizdiniz. Sinagog’dan çıkan ilk gazeteci olarak İtalyan 2000 Dergisi’nin kapak fotoğrafı oldunuz ve ilk uluslar arası ödülünüzü de bu haber sonrası aldınız.
Şişhane’de bulunan Neve Şalom Sinagog’u 6 Eylül 1986’da ilk o zaman patlatıldı. Hiç unutmuyorum, oraya ilk giren de benim. Daha bismillah, ben içeri girdiğimde kapıdaki adam hala yaşıyordu. O bombalı saldırı da 27 kişi öldü. Bilerek değil tesadüfen oradaydım. Beyoğlu’nda sabahlamışım, alkol almışım nerede yatıp kalktığım belli değil ve üstümde de takım elbise var. Bir veya iki gün önce Günaydın Gazetesi Nikon FM2 makine getirtmiş Japonya’dan. Bizim maaşlarımızdan cüzi rakamlarla kesilip, kullanmak üzere bizlere dağıtıldı. Makinenin ambalajını açtım tek kare dahi basmadım. Filmi taktım ama makinenin içinde hala nem torbaları duruyor. Sabah çıktım Beyoğlu’ndan Çağaloğlun’da bulunan Günaydın Gazetesi’ne gideceğim. Geceden kalma olduğumdan açılmak için Tepebaşı’ndan yürüyerek indim. Böyle tak, tak, tak diye bir ses duydum. Orada Sinagog olduğunu bile bilmiyorum ve kimse de bilmez. Çünkü orası büyük bir duvardır ve ufacıkta bir tabelası vardır. Orayı bilen bilir yani çok insan bilmez. O sokağın başındayım yukarıdan aşağıya iniyorum. Baktım 100-150 metre uzaklıkta bir adam yerde çırpınıyor. Bir adam da kaçıyor. Sabah sabah bir şey oldu sanırım dedim kendi kendime. Birde bizim patron işle gelin her sabah, iş getirin derdi. Sabah toplantısına boş gitmemek için şunu çekip götüreyim dedim. Aklıma da 3.sayfa haberi olur gibi geldi. Bir gittim oraya içerden bir duman çıkıyor. Bir de baktım ki kapıda Sinagog yazıyor. İçeriden pufff diye bir ses geldi. Patlamayla karışık bir ses ama kuvvetli bir patlama değil. Neyse adamın üstünden atlayıp içeri girdim. Sütlüce mezbahası yanında halt etmiş. Bu benim ilk ağır ve uluslararası işimdir. Beni o zamana kadar staj yapmak için hastanelere, adliyelere gönderirlerdi. Polis telsizinden haber gelecek de 3.sayfa haberi çıkacak. İçeri bir girdim abartmıyorum yarım bir beden kürsüde duruyor; alt tarafı yok. Bir tanesinin üst tarafı yok, birisi de kaloriferlere gömülmüş kızartılmış et gibi. Bir tane bacak orada tek başına zıplıyor. Üzerimde geceden kalma bir mahmurluk var. Kendi kendime Hakan dedim ne oluyor. Kafam şöyle bir dalgalandı. Ondan sonra aklıma geldi fotoğraf çekmek. Olayı önce bir seyrettim. Çıkarttım makineyi, dedim ya daha makinenin deklanşörüne basmamışım. Makineye flaşhını taktım ve çat bir kare çekiyorum, çat bir kare daha çekiyorum bir köşeye gidiyorum çat bir karede oradan çekiyorum. Fotoğraf çekerken tavandan üstüme ciğer gibi bir şey düşüyor. Kürsüye bakıyorsun Papazın sadece kaburgası kalmış. Yani ortalık rezalet, içerisi leş gibi kokuyor. Böyle şok halinde fotoğraf çekiyorum. Ama nereye girsem hangi koridora gitsem bir şeylerle karşılaşıyorum. O saldırıda 27 kişi öldü. En son bir tabanca şarjörü gördüm, onu çekeyim derken omuzlarımdan biri beni kaldırıp dışarıya çıkardı.
16 Ocak 1996’da Çeçen eylemciler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotu’nda bulundunuz. Yaptığınız haber sonrasında pek çok ödül aldınız.
Sovyetlerin Kafkas Türkleri’ne yaptığı zulmü duyurmak için yapılan bir eylemmiş. Haberlerde görünce ‘Bu haber bana yazar’ dedim Kafkaslar falan. Sabaha karşı televizyona gittim. Çalıştığımız kanal Kanal E’ydi ekonominin E’si. Kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ben iletişim kurdum, onların lideri Muhammed Emin Tokcan ile telefonda konuştum. Ben daha evvel Papazya’da Çeçenler ile çok takıldım. Böyle bir pazarlığa giriştik geleyim-gelmeyeyim diye. Bunu ben kendi kendime yapıyorum, daha patronlarım ile gelmemiş. Bu tip işlerde şef mef takmam. Bu iş başka bir şeydi. Patron geldi dedim, ‘Gemiyi kaçırmışlar. Ben girerim buraya. Sen bana helikopter bul’ dedim. Bu arada da Uğur Dündar Kanal D’de çalışıyor o zamanlar, tekne ile geminin arkasından gitmeye başlamış bile. Benden bir sıfır önde yani. Helikopter kiralayacak paramız yok. ‘Bulalım helikopteri, nasıl bulacaksak eğer. Üzerine atlayım geminin bitsin bu iş’ dedim. Bu arada gemi ile arada konuşuyorum. 24 saat konuştuk uyku muyku yok. Gün döndü gece oldu bizimkiler tamam dediler. Helikopter bulundu, hala telefon ile irtibattayım. ‘Geliyorum’ diyorum. Bu arada da karadan bir station arabamız büyük varil uçak benzini taşıyor, çünkü bizim yakıt ikmali yapmamız gerekiyor. Biz havadan onlar karadan hareket ettik. Sonra biz helikopterden indik daha hızlı geldiğimiz için benzin getirecek aracı bekliyoruz. Deniz de karman çorman, fırtına dalgalı. Sonra yanımıza bir baktım Uğur Dündar, Hürriyet Gazeteci fotoğrafçısı Kadir Can, kameramanı Şenol Çalabakan gelmişler. Onlar da ikmal yapacaklar ama onların benzini yok, bana benzin geliyor. E tabii millet Uğur Dündar’ı görünce etrafına toplandı bir anda Hakan Kumuk’u kim bilsin. Sonra bana benzin geldi. İki bidon benzinim var. Onların yok. Diğer pilot, ‘Bize de benzin lazım’ dediler. Patronu aradım sordum ‘O da Uğur Dündar ver benzini’ dedi. Bunlar da doldurdular kalktılar gittiler. Biz de arkalarından. O fırtınanın içinde bir çıktık bir anda her şey sütliman oldu. Somon balığı gibi Avrasya feribotu altımızda duruyor. Ben feribottakilere Sancak E ile geliyorum demiştim, onların helikopteri de Sancak E diye Uğur Dündar’a ‘İn’ diyorlar. Onlar atlıyorlar. Gemidekiler bir bakıyorlar Uğur Dündar. ‘Biz Hakan’ı bekliyorduk’ diyorlar hop kamerayı kapattırıyorlar. Uğur Dündar’ı ben sanıp indirdiler. Ben ineceğim havaya ateş ediyorlar. Helikopterin yarısına kadar sarktım, ‘Benim Hakan’ diye bağırıyorum. Sonra kameramana ‘Hazır ol atlıyoruz’ dedim. ‘Abi ben gelmem, atlayamayacağım’ dedi. Sırt çantamda da küçük bir kamera var. Sonra ‘Gel gel’ dediler. Platforma sümük gibi yapıştım. Kamerayı hemen çıkarttım başladım çekmeye. Bütün dünyaya yayılan, ‘Allahu ekber Allahu ekber diye gösterdikleri görüntüler 3 dakika 18 saniye. Çektim kimin kim olduğunu bilmiyorum herkesin yüzünde kar maskeleri var. Sonra adının Abdülkerim olduğunu öğrendiğim birisi, ‘Bitti mi işin?’ dedi. ‘Bitmedi’ dedim. Kaseti çıkarttım, yaklaşabildikleri kadar yaklaştılar, kaseti aldım helikoptere attım. Sonra bana dediler ki, ‘Seni de tutukluyoruz’ Dedim, ‘Ne yapıyorsanız yapın. Hiç umurumda değil’ İş bitmiş. Beni de aldılar soktular bir kamaraya. Geldiler, ‘Aç mısın?´dediler. ‘Açım’ dedim. Yüzleri ama hala kapalı. Biraz sonra bir daha geldiler. ‘Çantanı boşalt’ dediler. Sonra biri dedi ki, “Seni Sohum Cephesi’nde mayın tarlasından nasıl çıkarttım hatırlıyor musun?” dedi. ‘Hatırlıyorum’ dedim. Yüzündeki maskeyi bir indirdi. Muhammed Emin Tokçam. Biz bununla Papazya Savaşı’nda hakikaten mayın tarlasından çıkarttı. Bilmeden girmişim ben, giderken peşimden koşup, ‘Ne yapıyorsun? Mayın dolu burası!’ dedi.
Olay bir anda nerelere geldi…
Şans tabii bu biraz da. Sonra, dedim, ‘Neden kaçırdınız gemiyi?’ ‘İşte Sovyetler Birliğine sesimizi duyurmak istiyoruz’ falan dedi. ‘Biz şimdi Uğur Dündar’ı vurmaya gidiyoruz.’ dedi. ‘Hayırdır?’ dedim. ‘Biz onu istemedik ki. Seni çağırdık’ diye cevap verdi. ‘Manyak mısınız kardeşim?’ dedim. Bunlar manyak çünkü Çeçenler. Önce öldürüp sonra sorarlar. ‘Kanal D gibi bir kanal var, Uğur Dündar gibi bir adam var yanında. Duyuracaksan böyle duyur’ dedim. İkna oldular. Sonra kamaraya bir iki saat sonra gelip, ‘Çekim yapabilirsin’ dediler. Ben başladım çekmeye. Küçük bir kameram vardı. Geminin ortak salonuna çıktık. 110 tane yolcu, yarısı Karadenizli. İçeride bir şenlik hali var. Gemi kaçırılmamış sanki film çekiyoruz. Karadenizliler neşeli insanlar. Onlarla fotoğraf falan çektiriyorlar. Tüfeği tutuyorlar falan. Böyle bir şamatanın içindeyiz. Sonra eylemcilerden birine, ‘Tut şu kamerayı, ben röportaj yapacağım’ dedim. Ben de o şekilde röportaj yaptım. Olay tehlikeli falan ama bunlar komik tarafı. Ben bunları seviyorum. İnsanlarla röportaj yapıyorum, ‘Ne düşünüyorsun’ diyorum. ‘Abi harika!’ diyor herif. ‘Gemiyi kaçırdılar neresi harika?’ diyorum. ‘Kaçırsınlar. Canı sağ olsun onlar Kafkasyalılar. Lanet olsun Ruslara’ diyor.
BENİM 3 DAKİKA 18 SN’LİK GÖRÜNTÜ HER YERDE YAYINLANIYORMUŞ
Sonra kaptan, Uğur Bey falan çay içeceğiz sen de gel’ dediler. Gittim oturuyorlar. Sonra Uğur bana dedi ki, ‘Sen ne yaptın hayatım çalışabildin mi?’ dedi. ‘Çalıştım Uğur Bey, ben filmi de gönderdim zaten’ dedim. ‘Hadi canım’ dedi. Başka da bir şey söyledim. Pat içeriye bir garson girdi, ‘Kaptan kaptan, geminin içindeki görüntüler bütün televizyonlarda yayınlanıyor’ dedi. Beni çayı içmeye devam ettim. Yanımda Kadir Can oturuyor, ustamız benim de ustam. Küfürle karışık, ‘Eline sağlık Hakan’ dedi. Uğur Dündar’ın rengi yemyeşil oldu. Hakikaten benim 3 dakika 18 saniyelik görüntüm, ulusal ve uluslararası televizyonlarda dönüyormuş ben görmüyorum. Ben sonradan öğrendim 30 bin dolara biz görüntüyü Kanal D’ye satmışız. Sonra Muhammed geldi yanıma telefonumu verdi, ben hemen şirketi aradım. Daha benim sesimi duyar duymaz büyük bir alkış koptu arkadan. ‘Eline sağlık görüntüleri hala satıyoruz’ dediler. Ben iyice rahatladım. Mutlu oluyor tabii insan.
Saray Bosna savaşını izlemek üzere Bosna Hersek’e gittiniz ve orada 17 gün esir kaldınız. O anları anlatır mısınız?
Saray Bosna’ya giremiyoruz öncesinde Zagreb’e konuşlandık. Bir camide kalıyoruz. Yaşar diye bir adamla tanıştık. Amerika’da okumuş 6 dil biliyor falan, beynini yemiş. ‘Ben ölmeye, şehit olmaya Saray Bosna’ya geldim’ diyen bir adam. Bize de böyle deli lazım. Bizi götürüp Saray Bosna’ya sokmasına mecburuz. Bir nevi rehber gibi. Güvendik, otobüse bindirdi bizi. Sırplar, Hırvat ve Müslümanlar var bölgede. Hırvatlar bir hafta Sırplarla oluyorlar, bir hafta Müslümanlarla beraber oluyorlar. Zaten kan gövdeyi götürüyor. Ciddi bir savaş var 300 bin erkek ölüyor. Otobüsle bizde güya Sırbistan’a gireceğiz. Gece pat diye Sırplar otobüsü çevirdi. O tarihte gazeteci de olsan Müslüman olmak çok büyük sıkıntı bölgede, fakat biz buraya giderken Sırp Konsolosluğundan bir yazı aldık. Fotoğraf çekme izni gibi bir şey. Pasaportlara bakıyorlar gazeteci Müslüman. ‘İnin aşağı ‘ dediler. Koyver dedim kendi kendime. Gazeteci olunca daha kontrollü hareket ediyorlar. Bizi aldılar punker diyorlar onlar toprağa gömülmüş TIR konteynerleri var. Onların bir tanesinin içine bizi gömdüler. Fotoğraf makinelerini gömdüler, ciddi para vardı yanımızda onları aldılar. Biz üçümüz duruyoruz. Bir şey yapmıyorlar, ama manevi işkence yapıyorlar. Gelip, ‘Öldürelim mi sizi?’ falan diye soruyorlar. Sakinleştirici yutuyoruz bir de. Yanımıza sakinleştirmesi için alırız öyle hap. Şok görüntüler ile karşılaşınca daha sakin düşünebilelim diye. Her sabah geliyor ağzına sokuyor kalaşnikofu tetik boşluğu ile oynuyor. Dolu boş bilmiyorum. Allah’tan sonra o izin kağıdını buldular. Kağıt Saray Bosna’ya kadar gitti. Kontrol edildi, döndü. Bu arada Türkiye nota çekti gazetecilerimiz orada, serbest bırakın diye. Arkadaşın karısı hamile çocuk düşecek neredeyse. Babam kalp krizi geçirecek. 17 gün orada kaldık biz. O kağıt döndü geldi bizi serbest bıraktılar. Ne fotoğraf makinesi var ne para var üzerimizde. Biz ama tekrar yol arıyoruz girmek için. 3 Saat sonra olan uçağa bindik Bosna’ya indik. 20 adım atmadık, hop bir mermi hop Fransız gazeteciyi sniper vurdu. Hayda bir kargaşalık. Bir çelik yelek almışız çivi atsan delinir. Birleşmiş Milletlere ait tank benzeri küçük şeyler var. ‘Nereye gideceksiniz?’ dediler. ‘En yakın iletişim merkezine’ dedik. Bizi alıp Amerikalıların market gibi bir yerine getirdiler. Yabancı dilimiz de çok iyi değil. Genelde susmayı tercih ediyoruz. Bir süre orada oturduk. Bir kutu bulduk. ‘Biz burada yatarız galiba’ dedik. Gece bir zenci geldi bizi oradan çıkarttı. Nereye gideceğiz biz diyoruz kendi kendimize. Attılar bizi resmen. Çayır bayır yürüyoruz önümüzü görmüyoruz. Tel örgülerin arasından geçiyoruz falan. O yol bana 3 gün gibi uzun geldi. Bir bak biri fenerler çeviriyor. ‘Yandık’ dedik. Adam İngilizce sormaya başladı, ‘Nerelisin?’ diye. Türkiye diyeceğim ama diyemiyorum. Bütün ülkeleri sayıyor adam. Bir tek Türkiye dedi. Ben de , ‘ Evet’ deyince, ‘Kardeşim ya hoş geldiniz’ dedi. Bizim de dünya basının kaldığı bir otel var o otel vurulmuyor oraya gitmemiz gerekiyor. Mısırlı askerler kariyerler ile bizi otele getirdi. Otelde resepsiyona, ‘Bize oda lazım’ diyorum, ‘Oda yok’ diyor. Otelde yalnızca gazeteciler kalıyor. ‘Bir oda var ama camı yok’ dedi. Olsun dedim biz o camı kırık odada kaldık. Gece yarısı bir tantana koptu herkes çatıya koşuyor. Bombardıman varmış meğerse. Yabancı gazeteciler Sırplar ile irtibatta. Ne zaman bombalanacak falan haberleri oluyor. Herkeste baba kameralar çelik yelekler bizler de gariban küçücük bir kamera ile çekim yapmaya çalışıyoruz. Füze geliyor görüntü alayım diyorum flu net oluyor.
BİLDİĞİN ET YIĞINI…
Daha sonra bir imam ile tanıştık bize dedi ki ‘Sizi caminin morguna götüreyim mi?’ ‘Götür’ dedik. Bir girdik o görüntüler var ya… Bir insanı üç kere öldürmüşler, emin olamayıp yeniden öldürmüşler sonra yeniden öldürmüşler. Derileri yüzmüşler, şişlemişler. Et yığını bildiğin.
Güney Kutbu sınıf noktasına gazeteci arkadaşınız ile birlikte yürüyen ve orada Türk Bayrağı’nı açan ilk Türk’sünüz. O gezinizi anlatabilir misiniz?
Sıfır noktasına Türk Bayrağı’nı diken iki kişiyiz biz, Bengüç Özerdem ile beraber. Ben bu haberi Mozambikli bir adam olarak Mozambik’te yapsam, Mozambik’te halk kahramanı seçilirdim. Burada başarı bacağından tutup geri alıyorlar. Nasıl karar verdiniz?
Savaş fotoğrafçısı Bengüç ile beraber çok çalıştım benim kardeşimdir ahretliğimdir. Biz her sene Ağrı Dağı’na çıkıyoruz zirve yapmaya. 3 senedir çıkamıyoruz izin vermiyorlar. Dedik, ‘Güney Kutbuna gidelim mi?’ Bengüç daha önce Kuzey Kutbuna gitti Bering Boğazını geçti. ‘Gider miyiz?’ dedi ‘Olur’ dedim. 2 sene çalışma yaptık maddi manevi. Maddi olarak, ‘Hadi gidelim’ deyip gidemiyoruz. Sponsorluk arayışı içindeydik. Güral Porselen’e teklif ettik. Harika Güral diye kızları vardır. Harika bir kadındır gerçekten. Sosyal, bu işlere önem veren, bayrak sevgisi çok önde bir kadındır. Onlara dedik, kabul ettiler. ‘Dünyayı kristal küre olarak görelim. En değerli porselenlerin altında imza vardır’ gibi. Biz de dedik ‘Güral Porselen’in imzasını Dünya’nın dibine vuralım’ Güral Porselen mührü yaptık, tam Dünya’nın dibi olan bölgeye bastık. Fotoğrafını çektik bastık. Dünya’nın dibinde Güral Porselen yazdı. 150 bin dolar para harcadılar. İşin komik tarafı şu, Hrant Dink’in vurulduğu gün biz fotoğrafı Anadolu Ajansına gönderdik Türk Bayraklı. Haber düştü, Hrant Dinç daha önemli. Bir sonrası gazetede şöyle bir manşet, Sibel Can bikinisi ile çıkmış. 8 sütuna manşet olmuş. Bizim haber küçücük aşağıda. Uyuz oluyorum böyle şeylere. Çok önemli bir şey değil yaptığımız ama Türk Bayrağı’nı Dünya’nın dibine taşımışız, ilk defa gitmişiz, bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Beni manşet yapman değil olay yapma ama kibrit kutusu kadar da görme yani. DÖN DE BİR BAK SERGİSİ YAPMAYI DÜŞÜNÜYORUM
Çanakkale’nin önde gelen bürokrasisini çekeceğim. Manav kasap herkesi çekeceğim. Sonra bunun bir sergisini açmayı düşünüyorum, ama ne zaman olur bilmiyorum.
SEREBLAL PALSİ’Lİ ÇOCUKLARI ATLAR İLE FOTOĞRAFLADI Hakan Kumuk 2016 senesinde Sereblal Palsi’li çocuklar ile atları bir araya getirerek fotoğraflarını çekti. ‘Beynimdeki Özgürlük’ isimli sergiden elde edilen gelir ise Bir Can Bir Umut Derneğine bağışlandı.
Teşekkür ederiz.
6 Eylül 1986’da Neve Şalom Sinagog’u patlatıldığı zaman siz de oradaydınız ve o anları ilk fotoğraflayan sizdiniz. Sinagog’dan çıkan ilk gazeteci olarak İtalyan 2000 Dergisi’nin kapak fotoğrafı oldunuz ve ilk uluslar arası ödülünüzü de bu haber sonrası aldınız.
Şişhane’de bulunan Neve Şalom Sinagog’u 6 Eylül 1986’da ilk o zaman patlatıldı. Hiç unutmuyorum, oraya ilk giren de benim. Daha bismillah, ben içeri girdiğimde kapıdaki adam hala yaşıyordu. O bombalı saldırı da 27 kişi öldü. Bilerek değil tesadüfen oradaydım. Beyoğlu’nda sabahlamışım, alkol almışım nerede yatıp kalktığım belli değil ve üstümde de takım elbise var. Bir veya iki gün önce Günaydın Gazetesi Nikon FM2 makine getirtmiş Japonya’dan. Bizim maaşlarımızdan cüzi rakamlarla kesilip, kullanmak üzere bizlere dağıtıldı. Makinenin ambalajını açtım tek kare dahi basmadım. Filmi taktım ama makinenin içinde hala nem torbaları duruyor. Sabah çıktım Beyoğlu’ndan Çağaloğlun’da bulunan Günaydın Gazetesi’ne gideceğim. Geceden kalma olduğumdan açılmak için Tepebaşı’ndan yürüyerek indim. Böyle tak, tak, tak diye bir ses duydum. Orada Sinagog olduğunu bile bilmiyorum ve kimse de bilmez. Çünkü orası büyük bir duvardır ve ufacıkta bir tabelası vardır. Orayı bilen bilir yani çok insan bilmez. O sokağın başındayım yukarıdan aşağıya iniyorum. Baktım 100-150 metre uzaklıkta bir adam yerde çırpınıyor. Bir adam da kaçıyor. Sabah sabah bir şey oldu sanırım dedim kendi kendime. Birde bizim patron işle gelin her sabah, iş getirin derdi. Sabah toplantısına boş gitmemek için şunu çekip götüreyim dedim. Aklıma da 3.sayfa haberi olur gibi geldi. Bir gittim oraya içerden bir duman çıkıyor. Bir de baktım ki kapıda Sinagog yazıyor. İçeriden pufff diye bir ses geldi. Patlamayla karışık bir ses ama kuvvetli bir patlama değil. Neyse adamın üstünden atlayıp içeri girdim. Sütlüce mezbahası yanında halt etmiş. Bu benim ilk ağır ve uluslararası işimdir. Beni o zamana kadar staj yapmak için hastanelere, adliyelere gönderirlerdi. Polis telsizinden haber gelecek de 3.sayfa haberi çıkacak. İçeri bir girdim abartmıyorum yarım bir beden kürsüde duruyor; alt tarafı yok. Bir tanesinin üst tarafı yok, birisi de kaloriferlere gömülmüş kızartılmış et gibi. Bir tane bacak orada tek başına zıplıyor. Üzerimde geceden kalma bir mahmurluk var. Kendi kendime Hakan dedim ne oluyor. Kafam şöyle bir dalgalandı. Ondan sonra aklıma geldi fotoğraf çekmek. Olayı önce bir seyrettim. Çıkarttım makineyi, dedim ya daha makinenin deklanşörüne basmamışım. Makineye flaşhını taktım ve çat bir kare çekiyorum, çat bir kare daha çekiyorum bir köşeye gidiyorum çat bir karede oradan çekiyorum. Fotoğraf çekerken tavandan üstüme ciğer gibi bir şey düşüyor. Kürsüye bakıyorsun Papazın sadece kaburgası kalmış. Yani ortalık rezalet, içerisi leş gibi kokuyor. Böyle şok halinde fotoğraf çekiyorum. Ama nereye girsem hangi koridora gitsem bir şeylerle karşılaşıyorum. O saldırıda 27 kişi öldü. En son bir tabanca şarjörü gördüm, onu çekeyim derken omuzlarımdan biri beni kaldırıp dışarıya çıkardı.
16 Ocak 1996’da Çeçen eylemciler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotu’nda bulundunuz. Yaptığınız haber sonrasında pek çok ödül aldınız.
Sovyetlerin Kafkas Türkleri’ne yaptığı zulmü duyurmak için yapılan bir eylemmiş. Haberlerde görünce ‘Bu haber bana yazar’ dedim Kafkaslar falan. Sabaha karşı televizyona gittim. Çalıştığımız kanal Kanal E’ydi ekonominin E’si. Kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ben iletişim kurdum, onların lideri Muhammed Emin Tokcan ile telefonda konuştum. Ben daha evvel Papazya’da Çeçenler ile çok takıldım. Böyle bir pazarlığa giriştik geleyim-gelmeyeyim diye. Bunu ben kendi kendime yapıyorum, daha patronlarım ile gelmemiş. Bu tip işlerde şef mef takmam. Bu iş başka bir şeydi. Patron geldi dedim, ‘Gemiyi kaçırmışlar. Ben girerim buraya. Sen bana helikopter bul’ dedim. Bu arada da Uğur Dündar Kanal D’de çalışıyor o zamanlar, tekne ile geminin arkasından gitmeye başlamış bile. Benden bir sıfır önde yani. Helikopter kiralayacak paramız yok. ‘Bulalım helikopteri, nasıl bulacaksak eğer. Üzerine atlayım geminin bitsin bu iş’ dedim. Bu arada gemi ile arada konuşuyorum. 24 saat konuştuk uyku muyku yok. Gün döndü gece oldu bizimkiler tamam dediler. Helikopter bulundu, hala telefon ile irtibattayım. ‘Geliyorum’ diyorum. Bu arada da karadan bir station arabamız büyük varil uçak benzini taşıyor, çünkü bizim yakıt ikmali yapmamız gerekiyor. Biz havadan onlar karadan hareket ettik. Sonra biz helikopterden indik daha hızlı geldiğimiz için benzin getirecek aracı bekliyoruz. Deniz de karman çorman, fırtına dalgalı. Sonra yanımıza bir baktım Uğur Dündar, Hürriyet Gazeteci fotoğrafçısı Kadir Can, kameramanı Şenol Çalabakan gelmişler. Onlar da ikmal yapacaklar ama onların benzini yok, bana benzin geliyor. E tabii millet Uğur Dündar’ı görünce etrafına toplandı bir anda Hakan Kumuk’u kim bilsin. Sonra bana benzin geldi. İki bidon benzinim var. Onların yok. Diğer pilot, ‘Bize de benzin lazım’ dediler. Patronu aradım sordum ‘O da Uğur Dündar ver benzini’ dedi. Bunlar da doldurdular kalktılar gittiler. Biz de arkalarından. O fırtınanın içinde bir çıktık bir anda her şey sütliman oldu. Somon balığı gibi Avrasya feribotu altımızda duruyor. Ben feribottakilere Sancak E ile geliyorum demiştim, onların helikopteri de Sancak E diye Uğur Dündar’a ‘İn’ diyorlar. Onlar atlıyorlar. Gemidekiler bir bakıyorlar Uğur Dündar. ‘Biz Hakan’ı bekliyorduk’ diyorlar hop kamerayı kapattırıyorlar. Uğur Dündar’ı ben sanıp indirdiler. Ben ineceğim havaya ateş ediyorlar. Helikopterin yarısına kadar sarktım, ‘Benim Hakan’ diye bağırıyorum. Sonra kameramana ‘Hazır ol atlıyoruz’ dedim. ‘Abi ben gelmem, atlayamayacağım’ dedi. Sırt çantamda da küçük bir kamera var. Sonra ‘Gel gel’ dediler. Platforma sümük gibi yapıştım. Kamerayı hemen çıkarttım başladım çekmeye. Bütün dünyaya yayılan, ‘Allahu ekber Allahu ekber diye gösterdikleri görüntüler 3 dakika 18 saniye. Çektim kimin kim olduğunu bilmiyorum herkesin yüzünde kar maskeleri var. Sonra adının Abdülkerim olduğunu öğrendiğim birisi, ‘Bitti mi işin?’ dedi. ‘Bitmedi’ dedim. Kaseti çıkarttım, yaklaşabildikleri kadar yaklaştılar, kaseti aldım helikoptere attım. Sonra bana dediler ki, ‘Seni de tutukluyoruz’ Dedim, ‘Ne yapıyorsanız yapın. Hiç umurumda değil’ İş bitmiş. Beni de aldılar soktular bir kamaraya. Geldiler, ‘Aç mısın?´dediler. ‘Açım’ dedim. Yüzleri ama hala kapalı. Biraz sonra bir daha geldiler. ‘Çantanı boşalt’ dediler. Sonra biri dedi ki, “Seni Sohum Cephesi’nde mayın tarlasından nasıl çıkarttım hatırlıyor musun?” dedi. ‘Hatırlıyorum’ dedim. Yüzündeki maskeyi bir indirdi. Muhammed Emin Tokçam. Biz bununla Papazya Savaşı’nda hakikaten mayın tarlasından çıkarttı. Bilmeden girmişim ben, giderken peşimden koşup, ‘Ne yapıyorsun? Mayın dolu burası!’ dedi.
Olay bir anda nerelere geldi…
Şans tabii bu biraz da. Sonra, dedim, ‘Neden kaçırdınız gemiyi?’ ‘İşte Sovyetler Birliğine sesimizi duyurmak istiyoruz’ falan dedi. ‘Biz şimdi Uğur Dündar’ı vurmaya gidiyoruz.’ dedi. ‘Hayırdır?’ dedim. ‘Biz onu istemedik ki. Seni çağırdık’ diye cevap verdi. ‘Manyak mısınız kardeşim?’ dedim. Bunlar manyak çünkü Çeçenler. Önce öldürüp sonra sorarlar. ‘Kanal D gibi bir kanal var, Uğur Dündar gibi bir adam var yanında. Duyuracaksan böyle duyur’ dedim. İkna oldular. Sonra kamaraya bir iki saat sonra gelip, ‘Çekim yapabilirsin’ dediler. Ben başladım çekmeye. Küçük bir kameram vardı. Geminin ortak salonuna çıktık. 110 tane yolcu, yarısı Karadenizli. İçeride bir şenlik hali var. Gemi kaçırılmamış sanki film çekiyoruz. Karadenizliler neşeli insanlar. Onlarla fotoğraf falan çektiriyorlar. Tüfeği tutuyorlar falan. Böyle bir şamatanın içindeyiz. Sonra eylemcilerden birine, ‘Tut şu kamerayı, ben röportaj yapacağım’ dedim. Ben de o şekilde röportaj yaptım. Olay tehlikeli falan ama bunlar komik tarafı. Ben bunları seviyorum. İnsanlarla röportaj yapıyorum, ‘Ne düşünüyorsun’ diyorum. ‘Abi harika!’ diyor herif. ‘Gemiyi kaçırdılar neresi harika?’ diyorum. ‘Kaçırsınlar. Canı sağ olsun onlar Kafkasyalılar. Lanet olsun Ruslara’ diyor.
BENİM 3 DAKİKA 18 SN’LİK GÖRÜNTÜ HER YERDE YAYINLANIYORMUŞ
Sonra kaptan, Uğur Bey falan çay içeceğiz sen de gel’ dediler. Gittim oturuyorlar. Sonra Uğur bana dedi ki, ‘Sen ne yaptın hayatım çalışabildin mi?’ dedi. ‘Çalıştım Uğur Bey, ben filmi de gönderdim zaten’ dedim. ‘Hadi canım’ dedi. Başka da bir şey söyledim. Pat içeriye bir garson girdi, ‘Kaptan kaptan, geminin içindeki görüntüler bütün televizyonlarda yayınlanıyor’ dedi. Beni çayı içmeye devam ettim. Yanımda Kadir Can oturuyor, ustamız benim de ustam. Küfürle karışık, ‘Eline sağlık Hakan’ dedi. Uğur Dündar’ın rengi yemyeşil oldu. Hakikaten benim 3 dakika 18 saniyelik görüntüm, ulusal ve uluslararası televizyonlarda dönüyormuş ben görmüyorum. Ben sonradan öğrendim 30 bin dolara biz görüntüyü Kanal D’ye satmışız. Sonra Muhammed geldi yanıma telefonumu verdi, ben hemen şirketi aradım. Daha benim sesimi duyar duymaz büyük bir alkış koptu arkadan. ‘Eline sağlık görüntüleri hala satıyoruz’ dediler. Ben iyice rahatladım. Mutlu oluyor tabii insan.
Saray Bosna savaşını izlemek üzere Bosna Hersek’e gittiniz ve orada 17 gün esir kaldınız. O anları anlatır mısınız?
Saray Bosna’ya giremiyoruz öncesinde Zagreb’e konuşlandık. Bir camide kalıyoruz. Yaşar diye bir adamla tanıştık. Amerika’da okumuş 6 dil biliyor falan, beynini yemiş. ‘Ben ölmeye, şehit olmaya Saray Bosna’ya geldim’ diyen bir adam. Bize de böyle deli lazım. Bizi götürüp Saray Bosna’ya sokmasına mecburuz. Bir nevi rehber gibi. Güvendik, otobüse bindirdi bizi. Sırplar, Hırvat ve Müslümanlar var bölgede. Hırvatlar bir hafta Sırplarla oluyorlar, bir hafta Müslümanlarla beraber oluyorlar. Zaten kan gövdeyi götürüyor. Ciddi bir savaş var 300 bin erkek ölüyor. Otobüsle bizde güya Sırbistan’a gireceğiz. Gece pat diye Sırplar otobüsü çevirdi. O tarihte gazeteci de olsan Müslüman olmak çok büyük sıkıntı bölgede, fakat biz buraya giderken Sırp Konsolosluğundan bir yazı aldık. Fotoğraf çekme izni gibi bir şey. Pasaportlara bakıyorlar gazeteci Müslüman. ‘İnin aşağı ‘ dediler. Koyver dedim kendi kendime. Gazeteci olunca daha kontrollü hareket ediyorlar. Bizi aldılar punker diyorlar onlar toprağa gömülmüş TIR konteynerleri var. Onların bir tanesinin içine bizi gömdüler. Fotoğraf makinelerini gömdüler, ciddi para vardı yanımızda onları aldılar. Biz üçümüz duruyoruz. Bir şey yapmıyorlar, ama manevi işkence yapıyorlar. Gelip, ‘Öldürelim mi sizi?’ falan diye soruyorlar. Sakinleştirici yutuyoruz bir de. Yanımıza sakinleştirmesi için alırız öyle hap. Şok görüntüler ile karşılaşınca daha sakin düşünebilelim diye. Her sabah geliyor ağzına sokuyor kalaşnikofu tetik boşluğu ile oynuyor. Dolu boş bilmiyorum. Allah’tan sonra o izin kağıdını buldular. Kağıt Saray Bosna’ya kadar gitti. Kontrol edildi, döndü. Bu arada Türkiye nota çekti gazetecilerimiz orada, serbest bırakın diye. Arkadaşın karısı hamile çocuk düşecek neredeyse. Babam kalp krizi geçirecek. 17 gün orada kaldık biz. O kağıt döndü geldi bizi serbest bıraktılar. Ne fotoğraf makinesi var ne para var üzerimizde. Biz ama tekrar yol arıyoruz girmek için. 3 Saat sonra olan uçağa bindik Bosna’ya indik. 20 adım atmadık, hop bir mermi hop Fransız gazeteciyi sniper vurdu. Hayda bir kargaşalık. Bir çelik yelek almışız çivi atsan delinir. Birleşmiş Milletlere ait tank benzeri küçük şeyler var. ‘Nereye gideceksiniz?’ dediler. ‘En yakın iletişim merkezine’ dedik. Bizi alıp Amerikalıların market gibi bir yerine getirdiler. Yabancı dilimiz de çok iyi değil. Genelde susmayı tercih ediyoruz. Bir süre orada oturduk. Bir kutu bulduk. ‘Biz burada yatarız galiba’ dedik. Gece bir zenci geldi bizi oradan çıkarttı. Nereye gideceğiz biz diyoruz kendi kendimize. Attılar bizi resmen. Çayır bayır yürüyoruz önümüzü görmüyoruz. Tel örgülerin arasından geçiyoruz falan. O yol bana 3 gün gibi uzun geldi. Bir bak biri fenerler çeviriyor. ‘Yandık’ dedik. Adam İngilizce sormaya başladı, ‘Nerelisin?’ diye. Türkiye diyeceğim ama diyemiyorum. Bütün ülkeleri sayıyor adam. Bir tek Türkiye dedi. Ben de , ‘ Evet’ deyince, ‘Kardeşim ya hoş geldiniz’ dedi. Bizim de dünya basının kaldığı bir otel var o otel vurulmuyor oraya gitmemiz gerekiyor. Mısırlı askerler kariyerler ile bizi otele getirdi. Otelde resepsiyona, ‘Bize oda lazım’ diyorum, ‘Oda yok’ diyor. Otelde yalnızca gazeteciler kalıyor. ‘Bir oda var ama camı yok’ dedi. Olsun dedim biz o camı kırık odada kaldık. Gece yarısı bir tantana koptu herkes çatıya koşuyor. Bombardıman varmış meğerse. Yabancı gazeteciler Sırplar ile irtibatta. Ne zaman bombalanacak falan haberleri oluyor. Herkeste baba kameralar çelik yelekler bizler de gariban küçücük bir kamera ile çekim yapmaya çalışıyoruz. Füze geliyor görüntü alayım diyorum flu net oluyor.
BİLDİĞİN ET YIĞINI…
Daha sonra bir imam ile tanıştık bize dedi ki ‘Sizi caminin morguna götüreyim mi?’ ‘Götür’ dedik. Bir girdik o görüntüler var ya… Bir insanı üç kere öldürmüşler, emin olamayıp yeniden öldürmüşler sonra yeniden öldürmüşler. Derileri yüzmüşler, şişlemişler. Et yığını bildiğin.
Güney Kutbu sınıf noktasına gazeteci arkadaşınız ile birlikte yürüyen ve orada Türk Bayrağı’nı açan ilk Türk’sünüz. O gezinizi anlatabilir misiniz?
Sıfır noktasına Türk Bayrağı’nı diken iki kişiyiz biz, Bengüç Özerdem ile beraber. Ben bu haberi Mozambikli bir adam olarak Mozambik’te yapsam, Mozambik’te halk kahramanı seçilirdim. Burada başarı bacağından tutup geri alıyorlar. Nasıl karar verdiniz?
Savaş fotoğrafçısı Bengüç ile beraber çok çalıştım benim kardeşimdir ahretliğimdir. Biz her sene Ağrı Dağı’na çıkıyoruz zirve yapmaya. 3 senedir çıkamıyoruz izin vermiyorlar. Dedik, ‘Güney Kutbuna gidelim mi?’ Bengüç daha önce Kuzey Kutbuna gitti Bering Boğazını geçti. ‘Gider miyiz?’ dedi ‘Olur’ dedim. 2 sene çalışma yaptık maddi manevi. Maddi olarak, ‘Hadi gidelim’ deyip gidemiyoruz. Sponsorluk arayışı içindeydik. Güral Porselen’e teklif ettik. Harika Güral diye kızları vardır. Harika bir kadındır gerçekten. Sosyal, bu işlere önem veren, bayrak sevgisi çok önde bir kadındır. Onlara dedik, kabul ettiler. ‘Dünyayı kristal küre olarak görelim. En değerli porselenlerin altında imza vardır’ gibi. Biz de dedik ‘Güral Porselen’in imzasını Dünya’nın dibine vuralım’ Güral Porselen mührü yaptık, tam Dünya’nın dibi olan bölgeye bastık. Fotoğrafını çektik bastık. Dünya’nın dibinde Güral Porselen yazdı. 150 bin dolar para harcadılar. İşin komik tarafı şu, Hrant Dink’in vurulduğu gün biz fotoğrafı Anadolu Ajansına gönderdik Türk Bayraklı. Haber düştü, Hrant Dinç daha önemli. Bir sonrası gazetede şöyle bir manşet, Sibel Can bikinisi ile çıkmış. 8 sütuna manşet olmuş. Bizim haber küçücük aşağıda. Uyuz oluyorum böyle şeylere. Çok önemli bir şey değil yaptığımız ama Türk Bayrağı’nı Dünya’nın dibine taşımışız, ilk defa gitmişiz, bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Beni manşet yapman değil olay yapma ama kibrit kutusu kadar da görme yani. DÖN DE BİR BAK SERGİSİ YAPMAYI DÜŞÜNÜYORUM
Çanakkale’nin önde gelen bürokrasisini çekeceğim. Manav kasap herkesi çekeceğim. Sonra bunun bir sergisini açmayı düşünüyorum, ama ne zaman olur bilmiyorum.
SEREBLAL PALSİ’Lİ ÇOCUKLARI ATLAR İLE FOTOĞRAFLADI Hakan Kumuk 2016 senesinde Sereblal Palsi’li çocuklar ile atları bir araya getirerek fotoğraflarını çekti. ‘Beynimdeki Özgürlük’ isimli sergiden elde edilen gelir ise Bir Can Bir Umut Derneğine bağışlandı.
Teşekkür ederiz.