Yaşam inanılmaz bir olay ve bir mucizedir. Erkek spermlerinin yumurtalığı döllemesi ile başlayan müthiş serüven, yaşam denen evrensel gücün kendini yinelemesi, yenilemesi…
Kendi küçük iradelerimizin çok üstünde ve ötesinde, adına her ne diyecek olursak olalım o güç, yaşamın türlü şekillerde devamı için kendine yol açıyor, sürgün veriyor, asla pes etmiyor, asla hayal kırıklığına uğramıyor, sürekli yaşamdan yaşam üretiyor. Bu üretim ister kişisel bir tanrının himayesinde, ister kişisel olmayan evrensel bir gücün yansıması olarak, ister kendiliğinden, başı boş, kör bir şekilde olsun, yaşamın milyonlarca yıl ve nesil üzerinden bu yazıyı yazan ve okuyan kişilere akmış olması inanılmaz bir olay bence. Her neslin 25 senede bir yenilendiğini kabul edecek olursak basit bir hesapla bugün burada olmamızı 250 sene önce yaşamış 1024 insana borçluyuz. Diyelim ki atalarımız değişik kollardan akrabaydı ve bu sayı 500 hatta 200 olsun. Hiç tanımadığımız ve tanıma fırsatımızın da olmayacağı 200 farklı insanın bizim şu anki varoluşumuzun temellerini atmış olması çok garip değil mi? Genetik miraslarını taşıyoruz, her birinden bir şeylere sahibiz ama bunun farkında bile değiliz. Ayrıca bu miras için kendimizi onlara borçlu hissetmemek de ayrı bir durum. Belki de 199 kişi olsalardı bugün burada olamayacaktık.
Yaşam bizim üzerimizden akıp giden, biyokimyaya indirgemekte duygusal olarak zorlandığımız bir şey. Ne kadar istesek de onu zapt edebileceğimiz, kontrol altına alabileceğimiz bir şey değil. Bir emanet gibi. Yaşamın bize ait olduğunu söylemek mümkün mü? Onunla ne yapacağımız biraz nasıl yetiştirildiğimize, biraz genetik mirasımıza, biraz da “özgür” irademize bağlı.
Gündelik olaylar içinde debelenirken ara sıra bunlar gelir aklıma. Yaşam denen akıntının bir emanetçisi olduğum, yaşamın bir fırsat olduğu. Asla onun sahibi olmadığım ama onunla neler yapabileceğim, ne yapmam, nasıl değerlendirmem gerektiği. Ölmeden önce neleri “yaptım” diyebilmeyi, ardımda ne bırakmam gerektiğini teyit ederim. Ama şöyle ya da böyle bizim 250 sene önceki 200 atamızı hiçbir şekilde tanımayışımız gibi çoğumuzu da 3-4 nesil sonrası kesinlikle hatırlamayacak. Özetle kendi değerimizi de çok abartmamak lazım. Akışın içindeki küçücük taşlarız biz.
Sıklıkla düşünürüm ölümü. Onun yaşam kadar doğal oluşunu. Sadece karanlık yönüdür yaşamın. Ölümle ne yapacağını çok bilmez insan yaşam kadar. Kültürel olarak çok iç karartıcı bir şeydir. Bir şeylere inanmak, ölenin iletişim içinde olduğuna, bizi izlediğine inanmak isteriz. Konuşmaya, hesaplaşmaya, yaşatmaya devam ederiz içimizde…
Yaşam bir emanet, ölüm de onun arkadaşı. Bizler de aşığın dediği gibi iki kapılı bu handa, yürüyoruz gündüz gece, adım adım, kendi mutlak kaderimize…
Yorumlar
Kalan Karakter: