Mesela bir ülke yönettiğinizi düşünün. Olmaz öyle şey ya, velev ki oldu diyelim. Çok büyük ve lüks bir yapının içinde yaşıyorsunuz. Korumalarınız, hizmetçileriniz doktorlarınız, danışmanlarınız var. Sizin için süper mükemmel bir hayat. Gittiğiniz her yerde, her açılışta danışmanlarınız çok etkili ve güzel konuşmalar hazırlayıp önünüze sunuyor ve siz sadece okuyordunuz.
İzleyeceğiniz ve konuşmalarınızı canlı yayınlayacak televizyon kanallarını bile danışmanlarınız ayarlıyor. Bir mitinge gidiyorsunuz alan binlerce kişi ile dolu. Ama onların hepsinin daha önceden ayarlandığını, nasıl slogan atacaklarının bile öğretildiğini bilmiyorsunuz. Bir kanalda canlı yayına çıkıyorsunuz size ne sorulacağı ve sizin ne cevap vereceğiniz danışmanlarınız tarafından hazırlanmış durumda. Bir aile ziyaretine gidiyorsunuz, o aile daha önceden ayarlanmış nasıl davranacakları ne konuşacakları bile öğretilmiş. Kısacası gittiğiniz her yer sizin görmek ve duymak istediğiniz gibi hazırlanıyor. Hayatınızda doğaçlamaya yer yok, hareketlerinize hep başkaları karar veriyor.
Bir kıraathaneye gidip çay içerken tavla oynayamıyorsunuz, yalnız bir restoranda yemek yiyemiyorsunuz. Bir sürü korumanız var ve etrafınız adeta kuşatılmış durumda. Çevreniz size mutlu küçük bir ülke yaratmış. Sizin bundan haberiniz yok. Çıkan çatlak sesleri danışmanlarınız sizi kötülemek için uydurulmuş senaryo oldukları konusunda ikna ediyor. Aslında naylondan bir hayatınız var ve bundan haberiniz bile yok. Mesela dedik ya, masal böyle işte.
Günler ve yıllar böyle gelip geçerken bir gece odanıza elinde sihirli değneği ile bir peri giriyor. Gerçekleri öğrenmek istiyorsanız sizi normal biri kılığına sokacağını ve bir gecede yönettiğiniz ülkenin bütün illerini gezebileceğinizi, gerçek halka inebileceğinizi ve varsa sorunları yoksa mutluluklarını görebileceğinizi teklif ediyor. Perinin teklifini kabul ediyorsunuz ve zamanda sihirli yolculuk başlıyor.
Üretici çiftçiler, esnaf, işçiler, ev kadınları, gençler, memurlar, bürokratlar, partinizin içinden birileriyle, muhalefetteki partililer ile görüşüyorsunuz. O sihirli zaman yolculuğunun ardından anlıyorsunuz ki, danışman, bakan, milletvekili, bürokrat, en yakın arkadaşlarınız ve dostlarınız size yalan söylüyorlarmış. Sizin için sahte refah bir ülke yaratmışlar. Gözünüzü kör etmişler. Adeta bir filmin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz. Peki ne yaparsınız? Mesela dedik ya, mesela işte... Valla bende böyle bir durumda ne yapacağımı bilemem. Etrafı kuşatılmış birinin nasıl özgürlüğüne kavuşacağı konusunda çok da hayat tecrübem yok açıkçası. Meselayı ve hayalleri bırakalım ve gerçek dünyaya dönelim. 1984 George Orwell'in 1948 yılında yazdığı 1984 romanı, 20. yüzyılın en zekice kurgulanmış ve yazıldığı dönemin çok ötesinde olan bir eserdir. Roman, televizyonlardan ve gazetelerden gördüğümüz dünyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu adeta yüzümüze çarpar. 1984'te umudun en ufak bir kırıntısına yer yoktur, eserin kahramanı bir an için bile olsa hayatıyla ilgili iyimser düşüncelere kapılmaz, kapılamaz. George Orwell adeta 1948 yılından 21. yüzyıla mesaj göndermiştir. Günümüzde bir şekilde sistemin içinde yer almak zorundayız. Bir yıl, bir ay değil bir hafta çalışmazsak hemen hayatımızda aksaklıklar ortaya çıkmaya başlar. Bizlere, televizyon ekranlarından güzel hayatlar, endişesiz gelecekler sunuluyor. O, aslında iki boyutlu olup üç boyutlu algılanan görüntülerde bizi ilgilendiren hiçbir şey gösterilmiyor. Sadece inanmamız gerekenler, izletiliyor. Sihirli kutu içindekiler refah ve huzurlu bir hayat sürerken, kurunun başından ayrılamayan izleyiciler günü kurtarmaya çalışıyor. Bu haftaki yazımı 1984 romanından kısa alıntılar ile sonlandırmak istiyorum. “Küçük kurallara uyarsan, büyük kuralları çiğneyebilirdin. Partiye bağlılık, düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Partiye bağlılık, bilinçsizlik demektir. Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”
Üretici çiftçiler, esnaf, işçiler, ev kadınları, gençler, memurlar, bürokratlar, partinizin içinden birileriyle, muhalefetteki partililer ile görüşüyorsunuz. O sihirli zaman yolculuğunun ardından anlıyorsunuz ki, danışman, bakan, milletvekili, bürokrat, en yakın arkadaşlarınız ve dostlarınız size yalan söylüyorlarmış. Sizin için sahte refah bir ülke yaratmışlar. Gözünüzü kör etmişler. Adeta bir filmin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz. Peki ne yaparsınız? Mesela dedik ya, mesela işte... Valla bende böyle bir durumda ne yapacağımı bilemem. Etrafı kuşatılmış birinin nasıl özgürlüğüne kavuşacağı konusunda çok da hayat tecrübem yok açıkçası. Meselayı ve hayalleri bırakalım ve gerçek dünyaya dönelim. 1984 George Orwell'in 1948 yılında yazdığı 1984 romanı, 20. yüzyılın en zekice kurgulanmış ve yazıldığı dönemin çok ötesinde olan bir eserdir. Roman, televizyonlardan ve gazetelerden gördüğümüz dünyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu adeta yüzümüze çarpar. 1984'te umudun en ufak bir kırıntısına yer yoktur, eserin kahramanı bir an için bile olsa hayatıyla ilgili iyimser düşüncelere kapılmaz, kapılamaz. George Orwell adeta 1948 yılından 21. yüzyıla mesaj göndermiştir. Günümüzde bir şekilde sistemin içinde yer almak zorundayız. Bir yıl, bir ay değil bir hafta çalışmazsak hemen hayatımızda aksaklıklar ortaya çıkmaya başlar. Bizlere, televizyon ekranlarından güzel hayatlar, endişesiz gelecekler sunuluyor. O, aslında iki boyutlu olup üç boyutlu algılanan görüntülerde bizi ilgilendiren hiçbir şey gösterilmiyor. Sadece inanmamız gerekenler, izletiliyor. Sihirli kutu içindekiler refah ve huzurlu bir hayat sürerken, kurunun başından ayrılamayan izleyiciler günü kurtarmaya çalışıyor. Bu haftaki yazımı 1984 romanından kısa alıntılar ile sonlandırmak istiyorum. “Küçük kurallara uyarsan, büyük kuralları çiğneyebilirdin. Partiye bağlılık, düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Partiye bağlılık, bilinçsizlik demektir. Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”