Ah, güzelim ada... akvaryum gibi deniziyle ruhumuzu okşayan, arnavut kaldırımlı sokaklarında romantizm fısıldayan, gecesinde yıldızların altında keyifli kahkahalara ev sahipliği yapan cennet parçası. Peki, bu cennetin kapısından içeri adım attığımız anda başlayan “ama”lar silsilesi neyin nesi kuzum ?
Feribot pahalı...
Otopark ücreti haksız...
Yeme içme fiyatları ateş pahası...
Otellerin yanına yaklaşılmıyor...
Su desen altın fiyatına satılıyor...
Eeee, arkadaşlar, bir durun bakalım! Gelin hep birlikte bu "ada felsefesini" bir de benim penceremden inceleyelim.
Birkaç ay önce ordaydım.
Önce şu feribot meselesiyle başlayalım. "Gestaş çok pahalı!" diye feryat figan edenlere sesleniyorum: Sevgili adaseverler, o feribotlar dalgalı deniz demeden, bayram seyran demeden sizi usul usul adaya taşıyor, değil mi? Fıstık gibi süzülerek varıyorsunuz o masmavi sulara. Kışın fırtınada bile canınızı dişine takıp direksiyon sallayan kaptanların, can yeleklerinizi kontrol eden personelin, o koca gemiyi ayakta tutan mühendislerin emeğini nereye koyacağız?
Akşam yemeğinde iki kadeh parlattığımız şarabın (adada şarap içiin, rakı içmeyin rakı şeker), o balıkçının oltasından yeni çıkmış balığın parasını vermeye gönüllüyüz de bizi bu cennete taşıyan araca neden bir kalem masraf gözüyle bakıyoruz? Bence o feribot ücreti, ada macerasının ilk keyifli maliyeti; huzurun kapısını aralayan anahtarın bedeli.
Hem ona mızmız buna mızmız ada keyfini niye kendine eziyet ediyorsun.
Gelelim belediyenin "ayakbastı" gibi aldığı otopark ücretlerine. "Ama efendim, haksızlık bu!" diyenleri duyar gibiyim demiyorum, bilakis duydum. Tamam, kabul, şehir merkezinde arabanı park etmek için para ödemek bazen sinir bozucu olabiliyor. Ama adadasın! Hani şu akvaryum gibi denizi olan, geceleri romantik sokaklarında gezdiğin adada...
Belediyenin çöpünü topladığını, bıraktığın sintineyi arıttığını, duş yaptığın suyu, yolunu temiz tuttuğunu, geceleri sokakları aydınlattığını unutuyor muyuz? Yaz aylarında nüfusu kat kat artan, belki 10 bin kişiye hizmet veren bir yerel yönetimden bahsediyoruz. İller Bankası'ndan aldığı gelir, kışın 3.363 kişilik nüfusa göre belirleniyor. Peki, yazın nüfus kaç oluyor ablam; misafire nasıl hizmet verecek bu belediye?
Sihirli değnekle mi?
İşte tam da burada size küçük bir hikaye anlatmak istiyorum, ada felsefesini daha iyi anlamak adına. Bulgaristan'da Nesebar diye Cunda'ya benzer bir ada var. Burgaz’ı geçince, güzel bir yer. Bir ay önce oradaydım. Arabanızla bu adanın içine girmek isterseniz, önce bir saatlik rezervasyon yaptırmak zorundasınız. O da otel rezervasyonunuz varsa! Yoksa adanın içine aracınızla giremiyorsunuz, arkadaş! Arabayı girişteki otoparklara bırakıyorsunuz, çıkışta da paşa paşa parasını ödüyorsunuz. Ben 24 saat için sanırım 12 Euro ödemiştim. Hesapladım, bugünün kuruyla 500 lira diyelim. Yani 300 liralık otopark ücretini "haksızlık" diye eleştiren adaseverler sahillerde yata kalka kaç gün kalıyorsunuz düşündünüz mü. Günlük kaç lira otopark ücreti ödemiş oluyorsunuz. Nesebar'daki bu kuralı duysalar herhalde şaşkınlıktan küçük dillerini yutarlardı.
Nesebar örneği bize neyi gösteriyor? Misafirler, ev sahibinin kurallarına uymakla yükümlüdür! Önceden her şey bellidir. Beğenmiyorsan, gitmezsin. Bu kadar basit. Ada da bir ev sahibi aslında. Kendi kuralları, kendi düzeni var. Eğer adayı temiz bulmak istiyorsanız, yollarını sahillerini pırıl pırıl görmek istiyorsanız, o istenen 300 liralık otopark parasını vereceksiniz.
Vermeliyiz…
Bir de şu yeme içme fiyatları mevzusu var ki, en çok da bu konuyu "Ayşe teyzenin mutfağında pişen yemekler ne kadar güzel ama fiyatları da ne kadar uygun" tadında bir yaklaşımla eleştirenleri anlamakta zorlanıyorum. Beyefendi, hanımefendi, adaya gelmişsiniz! İstanbul'un göbeğindeki bir restoranda yediğiniz yemeğin aynısını burada bekliyorsanız, bir daha düşünün. Adadaki her şeyin maliyeti daha yüksek. Malzeme taşımacılığı, personel bulma zorluğu, kısıtlı alan... Bunlar hep maliyete yansıyor. Adada oturup taze deniz mahsulleri yiyorsanız, o balıkçı teknesinin emeğini, o balığın denizden sofranıza geliş macerasını da göz önünde bulundurmalısınız. Bu sadece bir yemek değil, bir deneyim! Ve deneyimler, bazen cebimizi biraz daha yorabilir.
İnanın bana, kucak dolusu para ödeyip geldiğiniz adada 300 liranın lafını edenleri duyduğumda içimden "Amaaan ne de olsa ada, burada her şey bedava olmalı" diyen bir ses yükseliyor. Arkadaşlar, mantık lütfen! 3 gün kalmak için uçak biletine, konaklamaya, gezmeye, eğlenmeye binlerce lira harcayan adam, neden adanın altyapısı ve hizmetleri için harcanan 300 lirayı dert eder? Bu paralar, yine sizin daha iyi bir tatil geçirmeniz için kullanılıyor.
Özetle, sevgili adaseverler, "ada felsefesi" biraz da şükran ve anlayış meselesidir. Feribot sizi taşıyorsa, belediye çöpünüzü topluyorsa, yollarınızı temiz tutuyorsa, bu hizmetlerin bir bedeli var. Ve bu bedel, genellikle adanın eşsiz atmosferini ve huzurunu korumak için sizin gerekli olan yatırımınızdır. Unutmayalım ki, bu güzel adalar, sadece bir kaçış noktası değil, aynı zamanda canlı birer ekosistem. Ve bu ekosistemi ayakta tutmak için herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. O yüzden bir dahaki sefere adaya giderken, cebinizden çıkan paraların sadece "masraf" değil, aynı zamanda bu güzelliklere yapılan bir "yatırımınız" olduğunu hatırlayın. Belki o zaman hem adanın tadı daha bir başka olur, hem de cüzdanınızdaki o küçük eksiklik pek de gözünüze batmaz.
Ne dersiniz?
Tam yazıya nokta koymuştum ki; gelen misafirlerin mızmız durumlarına adanın yerlileri nedense hiç ses etmiyor. Başkanınıza, esnafınıza, Gestaş’ınıza, çalışan emekçilerinize, doktorunuza, sahillerinize sahip çıkın kardeşim. Bütün yükü Belediyenin üzerine yıkmayın. Gördüğüm adanın Erol Taş’ı Belediye ve onun Başkanı olmuş. Sanki adam otopark parası alıyor da cebine atıyor. Yahu sizin refahınız için alıyor.
Hadi bakiim hadi Başkanınıza sahip çıkın.
Yorumlar
Kalan Karakter: