Merhaba sevgili okurlar, nasılsınız? Bugün sizinle Simone de Beauvior’un İkinci cins adlı eseri hakkında konuşmak istiyorum. Simone de Beauvoir, daha önce felsefi anlamda tartışılmayan “kadın sorusu”nu masaya yatırdığı 1949 yılında yayınlanan “İkinci Cins” adlı eserini İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme almıştır.
“Kadın doğulmaz, kadın olunur!” ne demektir?
Bu formül Simone de Beauvoir’in teorisinin temelini oluşturur. Anlamı çok basittir: Kadın olmak doğal bir gerçek değil, medeniyet tarihinin bir ürünüdür. Yani aslında doğuştan gelmeyen, özünde bulunmayan yani sonradan tanımlanan ve kabul edilen bir yaratımdır. Simone de Beauvoir, henüz bilinç sahibi olmadığımız bebeklik döneminde maruz kaldığımız tüm davranışların (tutulma, emzirilme, sallanma vb.) o bebeğin kaderine dönüştüğünü söyler.
Simone de Beauvoir kadının maruz kaldığı sömürünün ve baskının biyolojik farklılıkla açıklanamayacağını, kadının fiziksel güç olarak erkekten daha zayıf olması ve doğurması vb. farklılıkların vurgulanmasının sadece kadın aleyhine eşitsizliğin birer bahanesi olduğunu söyler.
Bir varoluşçunun feminizme varan yolculuğu!
Simone de Beauvoir’e göre toplumlar erken dönemlerinde anaerkil bir yapıya sahipti. Aslında anaerkil yapıda da iktidardakiler erkeklerdi ancak iktidar anne soyu ile aktarılmaktaydı. Daha sonra kadınların tıpkı bir nesne gibi algılandığı bir dönem geldi. Erkeklerin kadını meta haline getirme süreçleri şöyle başladı: Önce kadını “başka”, “aynı olmayan” olarak tanımladılar. Oysa köle ve efendi birbirinden farklı olmakla beraber “başka” değildir. Çünkü aralarında birbirini tanımaya ve “özbilinç”e kavuşmaya doğru yönelmiş bir mücadele vardır. Bu da onları farklı yapabilir ama “başka” yapmaz. Oysa kadın erkekten radikal bir biçimde “başka” hale gelmiş, bir nesne olmuştur.
Tıpkı köle gibi kadın da ilişkisinde diğerinin hizmetkarıdır ancak kadın aynı zamanda erkeğin değerleri ile yaşayan, erkekle (ona tabi olarak) iş birliği yapan bir varlıktır. Bu açıdan kadın-erkek ilişkisinin doğası köle-efendi ilişkisinin doğasına benzemez.
Simone de Beauvoir bir varoluşçu (egzistansiyalist) olarak, kadını “içkinlik” ve “aşkınlık” terimleri bakımından şöyle tanımlar:
İçkinlik, yaşam ve doğa ile ilişkimizdir. Her ne kadar kişisel bir yönümüz olsa da aslında hepimiz biyokütlenin parçalarıyız. Diğer canlılarla paylaştığımız bir katman var. Bu katman dünyanın değiştirildiği bir katman değildir, rutin varlığımızı sürdürdüğümüz bir katmandır. Siyasal bir edim söz konusu değildir.
Aşkınlık, ise insanın kurucu vasfı ile var olması anlamına gelir. Aşkınlık katmanı bir eser ortaya koyulan, kalıcı bir iz bırakılan, politik bir eylem yapılan yani eyleyerek dünyanın değiştirildiği bir katmandır.
Simone de Beauvoir kadınların içkinliğe mahkûm edildiğini, yaşamlarının kocaya, çocuklara, yaşlılara bakmakla sınırlı olduğunu söyler. Oysa köle içkinliğe mahkum değildir. Köle dünyada iz bırakabilir çünkü o aslında “özbilinç”e doğru giden bir hareketin içindedir. Kadın için bu mümkün değildir. Kadın boğulmakta olan bir varlıktır. Simone de Beauvoir içkinlikten son derece karanlık imgelerle söz eder: Ona göre kadının içine hapsedildiği içkinlik karanlık bir zindandır. Kocası ve çocukları ile insani yakınlık kurması mümkün olmakla birlikte bu onun zindana kapatılmış olmasını değiştirmez.
Kadını içkinlik zindanına mahkum eden neden nedir?
Bu özgül bir tahakkümdür! Tahakkümün fıtrattan, tanrı buyruğundan ya da doğadan kaynaklandığını söyleseler de tahakküm zamana ve coğrafyaya bağlı olarak farklı şekillerde ortaya çıksa da aslında özü her daim erkek iktidarına dayanır. Kadın başkalarının yaşamlarını sürdürmesinde bir tür hizmetkar, tam olarak insan olmayan bir varlık ve aynı zamanda cenneti ayaklarının altında gizleyen bir tür de tanrıçadır. Bu tanımlamaların tamamı farklı şekillerde kadının ezilmesi anlamına gelir. (özgül: bir türle ilgili, tahakküm: zorbalık, baskı, hükmetme)
Simone de Beauvoir’a göre kurumları sorgulamamız gerekiyor. İkinci Cins’i okurken, dünyanın nasıl ve hangi insan modeline göre örgütlenmiş olduğunu sorgulamalıyız.
Sevgiyle kalın...