Her hafta pazara gidiyorsun… Tezgahlar renk renk: domates kızarmış, biber canlı yeşil, elma cilalı gibi parlıyor. Üreticiye soruyorsun: “Doğal mı bunlar?” O da klasik cevabı yapıştırıyor:
“Abla hepsi kendi bahçemden, mis gibi doğal!”
Oysa o parlaklık güneşten değil, bazen suyu görünce şişiveren o domatesin tadı da toprağın bereketinden değil. Çünkü yıllardır soframıza kadar ulaşan görünmez bir gerçek var: aşırı kimyasal kullanımının biriktirip büyüttüğü sebze ve meyveler.
Tarlada başlayan, sofrada biten hikayeler kara bir bulut gibi üstümüzde.
Türkiye’de tarımın ciddi bir kısmı hala “ürünü kurtarma telaşı”yla yapılıyor. Çiftçi haklı: yağmur yağmıyor, zararlı bitki geliyor, hastalık yayılıyor, maliyet artıyor… Ama çözüm olarak tek silah kalıyor: zehir.
Evet, adını “pestisit” deyip yumuşatıyoruz ama gerçekte kullanılan şey toksik bir madde.
En acısı da ne biliyor musunuz?
Bu zehirler tek seferlik bir misafir değil.
Toprakta kalıyor, suya karışıyor, üründen ürüne, yıldan yıla birikiyor. Sonra biz, “aman çocuğum sebze yesin” diye iyi niyetle tabağa koyuyoruz.
Yıllardır tüketilen kimyasal birikimi zamanla neslimizi de etkileyecektir.
İşin en tehlikeli yönü akut zehirlenme de değil. Yani bir ürünü yiyip anında rahatsızlanmak değil.
En büyük risk: küçük dozların yıllar içinde birikip vücudu yavaşça yıpratması.
Hormon bozuklukları, bağışıklık sistemi zayıflaması, üreme sağlığı sorunları, karaciğer ve böbrek yükünün artması, birikimsel toksisite nedeniyle kanser riskinin yükselmesi...
Bunların tamamı bilimsel olarak pestisitlerle ilişkili. Biz ise yıllardır pazardan aldığımız “çok güzel görünen ürünleri” gönül rahatlığıyla tenceremize koyduk.
Bir neslin “meyve sebze yesin de sağlıklı büyüsün” diye beslendiği şeyler, aslında farkında olmadan kimyasal kokteyline dönüşmüş durumda.
Peki nerede yanlış yapıyoruz?
Sorun sadece çiftçide mi?
Devlet denetiminin yetersizliğinde mi?
Maalesef tarım politikaları çiftçiyi doğal olmayana mecbur bırakıyor.
Tohumlar hastalığa dayanıklı değil, üretici daha çok ilaç kullanmak zorunda kalıyor.
Tüketici ise ucuz, düzgün şekilli, parlak ürün peşinde.
Herkes bu zincire bir halka ekleyince ortaya “zehirlenmeden beslenme çabası” gibi absürt bir tablo çıkıyor.
Evet, çözüm kolay değil ama mümkün. Yerli tohum kullanımının artırılması, iyi tarım / organik tarım desteklerinin gerçek anlamda uygulanması, çiftçiye kimyasal bağımlılığı azaltacak eğitim ve teşvik verilmesi, sorumlu mercilerin ürünlerde kalıntı denetimi yapması ve kamuoyuna açıklaması, tüketicide bilinç uyandıracak: “Parlak domates mi, sağlıklı domates mi?” sorusuna net bir cevap verdirecektir.
Toprağa ne verirsek, o da bize onu geri verir.
Her gün yediğimiz sebze ve meyveler bize hem şifa hem zehir olabiliyor. Yıllar boyunca kullanılan kimyasalların etkisi bir anda değil, yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Tıpkı evde sızdıran bir musluk gibi… İlk gün fark etmiyorsun, ikinci gün önemsemiyorsun ama yıllar geçince duvar çürüyor, zemin kabarıyor. İşte bizim sağlığımız da o duvar gibi: Yıllardır tükettiğimiz kimyasal kalıntılar, sessizce ömür boyu birikiyor.
Bir ailenin kaybıyla zehirlenme vakaları gündemde yer aldı. Zehir meselesi, sadece tarla ve marketle sınırlı değil. Hayatımızın her alanına sızabiliyor. Kimyasalların kontrolsüz kullanımı, sıradan bir tatili bile ölümcül hale getirebiliyor.
İyi haftalar.
Yorumlar
Kalan Karakter: