Geçtiğimiz Nisan, Kazdağı eteklerinde bir köye sabah kahvesine uğramıştım. Kahvenin önü sessizdi, sadece yaşlı bir teyze pencereden dışarı bakıyordu. Selam verdim, içeri girdim. İçeride birde dede oturuyordu, önünde bir kese kağıt, içinde minicik tohumlar. “Sen yağmurdan haber ver,” dedi bana gülerek, “Ben tohumu çoktan toprağa söyledim.” O anda anladım ki, bazı insanlar iklime değil, zamana inanır.
Çanakkale’ de bahar bu yıl biraz gecikti. Yağmur gelmedi, toprak sert kaldı. Ama o köyde bir avuç insan, yağmuru değil tohumu bekledi. Kazdağları' nın eteklerinde, ninesinden kalan yerli tohumları saklayan 78’ lik o dede, her yıl olduğu gibi bu yıl da toprağa inandı.
“Kuraklık geçer,” dedi, “Ama tohum unutulursa, asıl susuzluk o zaman başlar.”
Köye yeni dönen bir genç kız vardı. Üniversiteden çıkıp doğduğu toprağa dönenlerden. Babası “kızım boşuna okumuşsun” dese de, genç çapayı eline aldı, dedenin rehberliğinde yerli tohum ekti. Ne fide, ne hibrit, ne torba gübre… Sadece tohum ve sabır.
Günler geçti, yağmur hala yoktu. Ama sonra bir gece, gökyüzü vicdan yaptı. İnce bir yağmur indi Kazdağları' nın eteklerine. Sabah toprağa bakanlar, yeşeren filizleri gördü. Neymiş? Tohum beklemiş, yağmur da sonunda gelmiş.
Köyde laf yayıldı. “Dede’ nin tohumlar çıkmış,” dendi. Ardından, o genç öncülüğünde bir ‘Tohum Takas Günü’ düzenlendi. Sandıkların dibinden nenelerden kalma bez torbalar çıktı. Domates, biber, börülce… Hepsi geçmişin sesi gibiydi.
O köy bize bir şey gösterdi: Kuraklık olur, mevsimler şaşar. Ama yerli tohum, toprağın hafızasıdır. Unutulmazsa, yeniden can bulur.
Belki biz yağmurun gelmesini beklerken, unuttuğumuz bir şey var: Asıl mesele yağmur değil, ona hazır toprak.
Kuraklıkla mücadelede çözüm sadece gökten değil, topraktan da gelir. Yerli tohum, sadece bir bitki değil; geçmişin bilgeliği, doğanın dengesidir. Bazen bir karış toprak, en büyük umudu saklar.
İyi haftalar.