“Zaman bir köprü gibi mesela.
Şöylemesine kemerli.
Senin evine giden. Senin evine gitmeyen.
Önü nadas, sekiz yılda bir ekilen.
Şehrimize benzeyelim mi bu akşam. Küçücük şehrimize. Her yerden bir yere varılan. Sana varılan,sana varılamayan...
Sarıçay'ı bir çok yerinden bölen köprüleri severim ben. Her defasında bir başkasından geçmeyi de...Pazarlara gitmeyi de severim. Ot satan teyzelerden tüm topladıklarını almayı da...Çaydan kopardığım kuru kamışlardan kamış kalemler yaparım bazen.
Şubat ayı hiç bu kadar zor geçmemişti herkes adına...dertleri olanlar, ekonomik zorluklar mesela...
Sabah uyandığımızda yağan kara sevinemediğimiz o şubat sabahı unutulur mu hiç? Her bir yerimiz kana kesmişti de lokma boğazımızda tıkanıp kalmıştı. Ham ahlat gibi. Enkaz altındaki kızının elini bırakmayan baba hiç gözümün önünden gitmedi. O günden beri sarsılarak, titreyerek uyanıyorum. Hep onunla yaşanmaz elbet. Hayat devam ediyor ama unutmamalı.
Cuma pazarı diyordum. Pazarcı kadınlar; ebegümeci, labada, turp otu satarken yarına umutları var. Evime giderken alacak bir şeyim yokken bile içinden geçiyorum pazarın. Kış sebzelerinin kokularıyla, bir şeylerin kıpırdadığı, bağrış çağrış o hengame, o canlılık iyi geliyor bazen.
“Yaşam bir sahne” demiş. Kim demiş? Shakespeare. Hepimiz bir roldeyiz. Rolümüzü iyi icra etme peşinde çarpan küçük kalpler...
Ha! Unutmadan... her şubat olduğunda aklıma Behçet Necatigil’in şu dizeleri gelir. “Takvimde şubatsa neden saman yolları, temmuzda bir geceyi takvimde şubat diye çok tenha caddelere getirirler”
Bu sıralar ne anlatmaya çalışsam düz yazı şiire benziyor. Ben akışa izin veriyorum. İçimden geldiyse vardır gidecek yeri diye... james joyce'un Ullises’i gibi. Okuduğunuzda ne zaman dış ses, ne zaman kahraman konuşuyor anlaşılmaz. Kendinizi birden bire kahramanın zihninde buluverirsiniz.
Hayata tahammül edebilmek için bazen şiir gibi yaşamalı. Hoşça kalın