Son bahar sonu, kış başı, ortalığı iyiden iyiye karıştırır. Köşe bucak öylesine dağınık ve yalnızdır ki. Evet bu mevsim sanki yalnızlığı çoğaltır. Entropiyi ve kaosu artırır. Bir yerde okumuştum ‘evren kaostan beslenir’ diye. Doğa yeni yaratımlar yapmak için besleniyor, beslenmek için de bu mevsimi seçiyor olmalı. Fırtına ve soğuk yağmurlar çürümüş yaprakları duvar diplerinde biriktirmiş. “Süpürme” dedi babam. Ne gerek var gene pislenecek değil mi. Evet baba haklısın gene pislenecek hatta her mevsim böyle olacak. En iyisi bırakalım kendimizi doğanın kucağına o ne yapacağını bilir. Hem zaten her gün yakınmıyor muyuz doğamızdan koptuk, kendimizden uzaklaştık diye...Üzerlerinde bir tek yaprak kalmamış keleş asmayı desteklemek için konulmuş dayaklar, her yıl soğuk ve yağmurdan örselenmekten kapkara kesilmiş. Ama gene de sağlam. Derme çatma da olsalar görevlerini dimdik yerine getiriyorlar. Köylük yerde hayvanlarınız olmazsa olmaz. Keçi, koyun hem besler evi hem de uzak bir yere gitmeme bahanesi olur. Bağlıyor bunlar insanı, bir yere gidemiyoruz denir her fırsatta. Kim bilir insanlık tarım ve hayvancılıkla birlikte yerleşik hayata bunun için geçmiştir belki de. Her gün ilgilenmek gerekir onlarla. Elden, ayaktan, elbisenizden bulaşıp bir parçaları mutlaka ta evinize hatta yatak odanıza kadar girer. Hiç olmazsa kokusu girer eve. Aslında onlarla birlikte yaşarsınız köylük yerde. “Canlı mal iyidir, ağartıdır” der annem. Süt, yoğurt ve peynirin kıymetini belirtmek için. Ağartı; orta Asya’dan beri hiç değişmeden öylece gelmiş bir lafa benziyor. Süt ürünlerine her zaman ağartı denmeli belki de. Hem değişik, hem köken kokuyor hem de umut veriyor sanki. Sobaya durmadan taşınan odunlar biz ısınalım diye değil de soba sönmesin diye sanki. Sobanın ihtiyacı olan bir şeymiş gibi. Ev olsun, ocak olsun diye. Çocukluğumda ocağımız sönmesin diye bir kitap okumuştum. Çok dramatik, çocuk yaşımda içimi boğan bir şeydi. Biraz da eskiydi. Nerden elime geçtiğini hatırlamıyorum. Ama hatırladığım bir şey var. Yazları çalışmak, harçlık kazanmak için gittiğimiz bir yerdeydik.
Etrafta rengarenk, fiyakalı kitaplar vardı. Şu yaşında bile hayatında bir tane olsun kitap okumayan abim bana “bunu mu okuyorsun, insanlar neler okuyor. kaldır şunu) diye söylenmişti. Biraz da aşağılamıştı. Şimdi düşününce aslında sorunu kendisiyleymiş. Bunu halen halledebilmiş değil. Köylük yerde özellikle de insanın bir türlü halledemediği şeyler olur ve öylece kalır. Aynı giysiler içinde hep aynı yerde oturan heykel gibi insanlar olur. Bana, bir şeyleri aynı bulmanın, istikrarlı bir şeyler görmenin huzurunu yaşatır. Ama içeride barındırdığı korkuyu kimse bilemez. Eskiler böylelerini; “minare gölgesinden başka yerde yaşayamaz” deyip alaya alırlar.
Köylük yerde anneler yalnızdır. Kapı pencere gözlerler, gelen giden var mı diye. Son bahar yaprakları gibi kıyı köşede biriken kederleri olur. Bu yüzden hastalanırlar. Hele bir geliversin bekledikleri. Yüzlerinde gülücükler açar. Hastalık filan kalmaz. İhmal etmemeli. Kalın sağlıcakla...