Uzun zamandır beklediğimiz filim vizyona girdi. Seyirci kalabalığı biraz durulunca izlemeye gittim. Öğretmenlik yaptığım yıllardan hatırladığım, genellikle okullarda en çok sıkıldığım yer olarak gördüğüm öğretmenler odasında buldum kendimi. Sanıyorum benim için bir gerilim filmi olması biraz da bu yüzden. Yönetmenin Tarkoski’yi bizden motiflerle yorumlarken dıramaları ve eşyaları uzun fotoğraflar halinde izleyiciye sunduğu, artık, oldukça kanıksanan bir üslubu var. Acaba bu kez bize neyi gösteriyor diye her ayrıntıya pür dikkat bakıyorsunuz. Bu yüzden filmin metaforları ve yanlış okumaları oldukça yoğun. Yanlış okuma derken anlatılandan fazlasını anlayıp düşünerek zihni daha zengin imgelerle uyarmaktan söz ediyorum.
Yönetmenin genellikle tuluhat (doğaçlama)tekniğiyle çektiği filmlerinde spontane buluşları, hatta hataları, tesadüfleri değerlendirdiği aşikar. Bunu genellikle roman sanatındaki zengin anlatımı hedeflediğinden yapıyor. Zaten konuşmalarında kendisi de Rus edebiyatından çokça örnekler verir. Filmin bir yerinde baş rol oyuncusunun yatak odasından çıkıp film setinin içinde geçerek mutfağa gitmesi, sonra geri gelmesi...gerçeklik ve kurgunun, yeni bir kurguyla (belki de doku uyuşmazlığına sebep olacak bir şeyi göze alarak)öz güvenli bir halde ve ya kendisine duyduğu naif inançla ortaya konması N.B.C filmlerinde her an her şeyin olabileceğine en iyi örnek.
Filmin sonundaki, baş rol oyuncunun iç sesi, genel etkiyi zayıflatsa da, saçları karla kaplı küçük kızın uzun fotoğrafı görülürken sorgulananlar, zaman mekan, anlam, derinlik gerçekten çok etkileyiciydi. Sayısız katmanlarla dolu bu hayatın içindeki küçük hayatlarda kopan fırtınalar, zamanın ve görünümün derinliği içinde öylece, yorumsuz ve şiirsel şekilde sunulmuş.
Bir defasında ‘eşyaları konuşturan yönetmen’ diye yazmıştım. Bence N.B. Ceylan’ın içerikten ziyade biçimle alakalı bir kaygısı var. İçerikten çok fotoğrafa, kadraja yöneldiği için seyirciye de eşyaları ayrıntısına kadar izleyip okumak, onları konuşturmak düşüyor. Kahramanların iç sıkıntıları, ruh halleri, kötücül halleri, alınan küçücük kararların ne biçim hayati olasılıklara dönebileceği, sıradanlık, düzensizlik yönetmenin vazgeçilmezi...
Gerek Orhan Pamuk romanlarında gerekse Nuri B. Ceylan filmlerinde sadece bize ait olan kültürel motif ve acıları bir öteki (Avrupalı) nasıl oluyor da anlıyor ve ödüllendiriyor? İnsana dair, evrensel şeyler barındırdığı doğru olsa da dili ve yaşantıyı çıkarınca geriye az şey kalır. Bir insanda insanın tüm halleri vardır der Monteigne, Denemelerinde...
Amiyane bir deyiş vardır. “Hayatım yazılsa roman olur” diye. Biz de bundan bir şeyin roman olabilmesi için olağan üstü olaylarla örülü olması gerektiğini anlarız. Aslında bunun böyle olmadığı, roman ya da filmin bir şey anlatmak zorunda olmadığı, Romanın tam da sıradan hayatlar olduğu, sadece farklı bakınca romanın her yerde olabileceği, sonradan anlaşıldı. Post modern ve post truth üslup iyice nüfus ettikçe bu çok katmanlı anlatımlara sanatın bir çok alanında rastlayacağız gibi görünüyor. N.B. Ceylan filmleri bunun en tipik örneklerinden... İzlemeyenler için detaya girmeyip genel bir bakış atmak istedim. Hoş, aslında bu tip geniş bakışla üretilen yapıtlar anlatılmak suretiyle kendilerinden eksilmezler. Bu yüzden ip ucu verdim mi acaba kaygısı taşımadan rahatça anlatabilirsiniz. İzlemeyenlere iyi seyirler. Hoşça kalın...